Günlerden bir gün, Fatih Sultan Mehmed Edirne'ye gitmeye karar vermişti. Yola çıkılırken âdet üzere âlimler de kendisini uğurlamaya gelmişlerdi. Alimler topluluğunun içinde, Fatih'in gözü, Kırımlı âlim Ahmed bin Abdullah Hoca'ya takıldı. Kırım'da âlime ve ilme itibar kalmayınca Osmanlı ülkesine hicret eden âlimlerden biri olan bu zatı, babası II. Murad Han Merzifon'da yaptırdığı medreseye müderris tayin etmişti. Daha sonra Sultan Fatih, onu İstanbul'a getirterek bizzat kendi ilim halkası içine almıştı. Fatih'in uzun zamandır zihnine takılan bir soru vardı. Aklına gelmişken, cevabını öğrenmeyi istedi. Hoca Efendiyi derhal yanına çağırttı, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Hocam, Kırım diyarı gayet mamur ve âlimleri ve sâlihleri de sayılamayacak kadar çökmüş. Hattâ orada 600 müfti, 300 kadar da kitap yazacak güçte âlim, gayet rahatlıkla yaşarlar, hürmet görürlermiş. Bana böyle anlamlar. Bu rivayet doğru mudur?
- Evet Padişahım, öyle imiş. Biz o geleneğin son günlerine yetiştik. Eski mükemmeliyetini değil, o kemâlden arta kalan kısmını görebildik. Bizim zamanımızda ilme ve âlimlere rağbetin, artık o eski haşmeti kalmamıştı.
- Sübhanâllah! ilme ve âlime hürmette o kadar ilerledikten sonra, bu derece yozlaşmanın sebebi ne ola ki?
- Böyle oluşuna bir vezir sebep oldu. Bu adam, çok kötü ahlâklı, zalim bir kişiydi. Gözü doymak bilmeyen bir fâsık olduğundan halkın mal ve mülkünü ellerinden almaktan başka bir şey düşünmezdi. Aynı zamanda pek cahil olduğundan, ilmi hakir görür, ulemayı sevmezdi.İlim öğrenerek halkın gözü açılıp uyanırlarsa,kendisine karşı bir ayaklanma ve ihtilâl çıkaracaklarından korkardı. Bilgili ve aydın insanları birbirinden ayırır, türlü bahanelerle sürgün eder, aralarına ikilik sokmağa çalışırdı. İşte onun yüzünden memleket harab ve halk perişan oldu.
Bilirsiniz âlimler (aydınlar) bir ülkenin kalbi gibidir. Kalp hastalandı mı bütün vücudun sağlığı bozulmuş demektir.
Bu sözler Fatih üzerinde büyük etki bırakmıştı. Bir müddet düşünceye daldı. Sonra Veziriazam Mahmud Paşa'yı yanına çağırtarak Hocanın söylediklerini ona da nakledip:
- Lala, sen ne dersin? Koca bir ülkenin harap oluşuna, halkının huzursuzluk içinde kalışına ve ilmin alçalışına, bak senin gibi bir vezirin zulmü ve liyakatsizliği sebep olmuş!
Mahmud Paşa Osmanlı tarihinin çok değerli siyaset, askerlik ve idare adamlarından biriydi. Bilgili ve mütefekkir bir zattı.
Padişaha karşı protokol gereği olan hürmet başlangıcını yapaktan sonra cevap verdi:
- Hayır Padişahım, kulunuz o fikirde değildir. Vezir denen kişi kimdir ki? Vezir, Padişahın
iradesiyle o makama gelen ve yine bir emriyle oradan atılan bir âciz kul değil midir?
Sorumluluğun bası hükümdardadır. Ve memleket, öyle bir zalim ehliyetsizi vezir yapıp da bütün hükümet işlerini ona bırakan hükümdarın basiretsizliğinden harap oldu. Bu işteki asıl mesuliyet hükümdara düşer ve zulmün asıl sebebi kendisidir. Hükümdarın işleri ehline vermesi ve kamu görevlerine ehliyeti olanları seçmesi onun sorumluluğu içindedir.
Ülkelerin bayındır veya harap oluşları hükümdarların yüzünden ve millet emanetlerini ehliyetsizlere verişlerindendir.
Böyle zalim, cahil kimseler iş basma geçirilip de memleket idaresi onlara bırakılır ve masum halka öyleleri musallat kılınırsa, onların zulümleri yüzünden ortaya çıkan çöküntü ve yıkıma sebep olarak yalnız veziri göstermek insafsızlıktır.
Baş Vezir'in cevabını Fatih çok beğenmişti.
- Doğru söylersin lala, dedi. Cevabın akıllıcadır ve gerçek olan da budur. |