Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah, pazardan bir deve satın almıştı. İyice semizlettikten sonra, onu yüksek bir fiyata satmayı düşünüyordu. Bu niyetle deveyi, otlaması için devlet merasına salıvermişti.
Nihayet deve bir müddet otlakta semizle-dikten sonra, onu çarşıya götürüp satılığa çıkardı. Müşterinin biri ile pazarlığı tam neticeye bağlıyacağı sırada, çarşıda dolaşmakta olan Hazret-i Ömer onları gördü.
Devenin semizliği dikkatini çekmişti. Yanlarına yaklaşarak sordu:
- Bu semiz deve kimin?
- Oğlunuz Abdullah'ın.
- Abdullah, bu deveye ne yedirdin ki böylesine semizletebildin?
Meraya sürdüm sadece babacığım, oradaiyi otlamış her halde...
Bu cevap üzerine Halifenin kaşları çatıldı. Canı sıkıldığı belliydi. Bir müddet düşündükten sonra, oğluna kesin emrini verdi:
- Abdullah, bu deveyi sattıktan sonra, daha önce deveye ödemiş olduğun ana parayı kendine alıkoy, elde ettiğin kârını ise bana getir, hazineye koyacağım.
Abdullah, babasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Onun bu halini gören Hazret-i Ömer, bu emrinin sebebini de şöyle izah etti:
- Herkesin devesi iskelet halindeyken senin devenin bu kadar semizlenmesi rastlantı sonucu olamaz. Deveni görenler, bu Halifenin oğlunun devesidir diye dilediği yerde otlamasına göz yummuşlar herhalde. Böylece benim hilâfet makamım, senin devenin iyi beslenmesine vasıtalık yapmış oldu. Bu sebeple deveyi sattığında sermayeni al, hilâfet makamının nüfuzuyla elde edilmiş olan semirme kârını ise, hazineye devret...
Bu izah karşısında Hazret-i Abdullah babasının emrini yerine getirmek zorunda kaldı.
İşte eskiden Müslümanlar millet malı ve devlet parası üzerine böyle titriyorlardı. Günümüzde de aynı titizliği gösterebiliyor muyuz acaba... |