Musullu mütevazı bir Keldani aileden gelen bu Osmanlı Assurbilimci 1840'lardan beri Layard'ın yanında bilgili ve sadık bir arkeolog olarak yetişmiş ve eğitimini Magdalen Kolej'de tamamlamıştı.
1850'de Layard'la yaptığı ilk gezide Valilik mimarbaşısı Nikoğos'un rehberliğinde dolaştığı Van Kalesi kayalıkları onu çok etkilemişti. O zamanlar Assur kraliçesi Semiramis'in (Şammuramat) yaptırdığı sanılan kale, kayalara oyulmuş uzun çivi yazıları ve görkemli mezar odalarıyla adeta gönüllerinde taht kurmuştu.
Ancak bu düşüncelerle heyecanla tırmandığı kazı alanını gördüğünde yaşadığı, tam anlamıyla bir düş kırıklığıydı. Defineciler tepeyi delik deşik etmişti. O ana kadar ele geçen buluntular ise ağırlığı "200 pound"u (yaklaşık 80 kg.) geçmeyen kırık ve paslı kap kaçak parçasıydı.
Assur başkentlerinde görmeye alıştığı uzun taş kabartma sıralarından ve çivi yazılı tabletlerden hiç iz yoktu. Bu eserlerle İngiltere'ye dönemezdi. Hocası Layard ve sponsor kurum British Museum'u hoşnut edecek "parçalar" bulmak üzere son bir gayretle çalışmaya girişti. Amacına ulaşması çok zaman almadı...
Modern arkeoloji teknikleriyle hiç bağdaşmayan yöntemlerle, derin kuyular açarak yürüttüğü kazılarda tunç kalkanlar, tunç boğa başları ile bir tapınak ortaya çıkardı ve bir ay sonra Van'dan ayrıldı. Assur İmparatorlu-ğu'nun göz alıcı kültürel mirasının peşinde koşan bu bilim insanları, Urartu'nun henüz tam anlamıyla farkına varamamıştı.
Urartu'nun yeniden tüm ihtişamıyla hatırlanması için bilim dünyası 70 yıl beklemek zorunda kaldı.
Hormuzd Rassam'dan 70 yıl sonra Van Gölü havzasını bisiklet sırtında gezen İngiliz arkeolog Charles A. Burney, Urartu adını pek çok yönüyle aydınlattı. Onun araştırmaları sayesinde, insanlık unutulmuş bir uygarlığı ana hatlarıyla tanımaya başlamıştı.
Bugüne geldiğimizde ise, Rassam'm çok sayıda eseri ortaya çıkardığı Toprakkale'de Urartu'dan geriye pek az şey kalmış durumda. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İngiliz, Alman ve Ruslar tarafından yapılan ilk kazılardan sonra taş taş üstünde kalmayacak şekilde yağmalanan; Urartu hükümdarı II. Rusa'nın (İÖ 7. yüzyılın ikinci yansı) kendi adını verdiği kutsal kentinde (Toprakkale), kayalara oyulmuş temel izleri ve bir su sarnıcı dışında artık hiç eser yok.
İÖ 9. yüzyıl ortalarından İö 7. yüzyıl ortalarına kadar biçimlenip gelişen Urartu uygarlığının keşfinde başrol oynayan bu kentte bulunan ve dünya müzelerinin vitrinlerini süsleyen şaheserler ise Urartu'nun adını ölüm-süzleştiriyor.
Peki, kimdi bu Urartular? Doğu Anadolu'nun bu eski sakinleri, aşiretlerden böyle güçlü bir devlet sistemini nasıl yaratabilmişlerdi?
Bu soruların yanıtı, bugüne kadar bulunmuş, sayılan 600'ü bulan çivi yazdı yazıtta gizli. Bu yazıtlardaki resmi tarihin yanı sıra gün ışığına çıkarılan kalıntılar Urartu uygarlığına ait sırları birer birer ortaya döküyor.
Ama yazıtlarda kendisini "evrenin kralı", "krallar kralı" gibi abartılı unvanlarla tanımlayan gururlu hükümdarlara ne denli güvenilebilir? Yenilgi ve başarısızlıklarından asla söz etmeyen bir hükümdarın verdiği bilgiler ne dereceye kadar doğru olabilir?
Doğruluğuna emin olduğumuz şeylerden biri, yazıtlarında kendilerini Biainili olarak andıkları ve Bian adının, Vian-Buan-Van değişimiyle günümüze değin ulaşmış olması. Güneydeki Mezopotamya halkları ise onlara daha çok Uruatru, Urartu ya da Uraştu demeyi tercih etmişti.
URARTU ADINI İLK KEZ İÖ 13. yüzyılda As-surlular kullanmıştı. Onlara göre, bu dağlık bölge Uruatri(u) ve Nairi denen iki büyük ülkeye ayrılıyordu ve çok sayıda aşiret arasında paylaşılmıştı.
Doğal bir kale görünümündeki Doğu Anadolu yüksek yaylasının engebelerle birbirinden ayrılan irili ufaklı vadilerini mesken tutan bu eski aşiretler, daha çok küçükbaş hayvan besiciliği yapıyorlardı.
İÖ 9. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Van Gölü havzasında giderek güçlenen bir krallığın ayak sesleri duyulmaya başladı.
Yakın Doğu'nun eski güç dengelerinden Hitit ve Mitanni imparatorlukları tarih sahnesinden çekilirken, onların yerini yeni aktörler almaya başlamıştı.
O dönemde Mezopotamya'da parlayan Sami kökenli Assurluların belgelerinde, Urartulu Aramu'dan (Arame) ve ordularından söz ediliyor. Bu belgelerde adı Ararhice'ye benzeyen Aramu'nun, Doğu Anadolu'nun yerli aşiretlerini denetim altına almaya başlayan ilk Urartu hükümdarı olduğu kaydediliyor.
Ancak Aramu'nun adının sadece Assurluların yazıtlarında geçmesi ve kazılarda şimdiye kadar bu krallığa ait kesin bir bulguya rastlanmaması "Aramu gerçekten Urartulu muydu?" sorusunu akla getiriyor.
Hakkında doğrudan bilgi sahibi olduğumuz "gerçek" Urartu Krallığı ise İÖ 840'larda, "Nairi Denizi" denilen Van Gölü'nün doğu kıyısındaki, Van Kalesi kayalıklarında kuruldu. Urartular'm Tuşpa dediği başkent Van Kale-si'nin ilk hükümdarı, kendini şu sözlerle tanımlıyordu: "Lutipri oğlu Sarduri, büyük kral, güçlü kral, evrenin kralı, Nairi ülkesinin kralı, benzersiz kral, şahane çoban, dik başlı uyruklarla savaşmaktan korkmayan kralın yazıtıdır. Lutipri oğlu Sarduri, krallar kralı, her kraldan haraç alan kral..."
Assur diliyle kazılmış bu tarihsel belge büyük bir devletin kuruluşunu dünyaya duyuran bir manifesto ya da meydan okumaydı. Mezopotamyalılar'ın "katil dağlı" ve "eli kanlı" olarak gördüğü Urartular sonunda kendilerine engebeli Doğu Anadolu yaylasında bir egemenlik sahası yaratmayı başarmıştı.
Ama nasıl olmuştu da, Urartu hükümdarı özgür ve bağımsız aşiretleri bir çatı altında toplayıp krallığını ilan edebilmişti? Kralın otoritesinin sırrı neydi?
Bu sorunun yanıtı henüz bilinmiyor. Ama yine de İö 13. yüzyıldan başlayarak Doğu Anadolu'ya yönelen Assur baskısı ve gaddar sindirme politikalarının aşiretlerin birleşmesinde önemli bir rol oynadığı düşünülüyor. Gerçekten de Batılıların Şalmaneser olarak adlandırdığı Assur kralı III. Şulmanu-aşerid'in İÖ 856'da Aramu'ya karşı düzenlediği bir seferden sonra uyguladığı vahşeti anlatan sözleri dehşet verici:
"...Kralı (krallık) kenti Arzaşkun'u yakıp yıktım. Kapısının önüne kesilmiş insan başlarından dört piramit diktim; halkından kimilerini canlı canlı bu piramitlerin üzerine çiviledim, geri kalanları kazığa oturttum."
Yine de baskı nereden gelirse gelsin, vahşet hangi boyutta olursa olsun, sosyolojik olarak aşiret düzeninden merkezi bir devlet sistemine geçiş kolay değildi.
başkent tuşpa'nin (Van Kalesi) be reketli bir ovanın ortasında kuruluşu cesur bir hamleydi. Başkentin kuruluşuyla birlikte Urartu Krallığı'nın da yükseliş dönemi başlıyordu. Eski Yakın Doğu'da başkentler sarayları, tapmakları ve bahçeleriyle devletlerin övünç kaynağıydı. Assur kralları ülkelerinin güç ve görkemini Kalhu (Nimrud), Dur-Şarrukin (Khorsa-bad) ve Ninive (Koyuncuk) gibi başkentlerle sergilemeye çalışıyordu. Urartu başkenti Tuşpa da bağ ve bahçeleriyle benzer özelliklere sahipti.
Krallar, "büyük kral", "güçlü kral", "dün yanın kralı" ve "Biainili ülkesi kralı" gibi unvanlarının yanma daima "Tuşpa kentinin efen dişi" ibaresini ekleyerek başkentlerine duydukları sevgi ve bağlılığı ifade ediyorlardı. Bu unvanı ilk kez kral İşpuini, Van'ın Özalp ilçesi yakınında, Yeşilalıç'taki kayalara oydurttuğu kapı biçimli niş içinde kullanmıştı:
"...Sarduri oğlu İşpuini, güçlü kral, büyük kral Biainili ülkesi kralı ve Tuşpa kentinin efendisi, bir ferman çıkardı..."
Ancak kazılarda gün ışığına çıkarılan yazıtlar Urartu-Biainili hükümdarı I. Sarduri'nin merkez olarak neden Van'ı seçtiği sorusunu yanıtlamıyor.
Yine de bunu tahmin etmek çok zor değil: Kentin yer seçimi çok isabetliydi. Binlerce yıl pek çok yerleşmeye sahne olmuş bir ovada yer alıyordu.
Bölgede çetin kış koşulları egemen olsa da, kalenin bulunduğu ovanın iklimi Van Gölü'nün de etkisiyle insan yaşamına uygun olanaklar sunuyordu; güneş yılın üçte ikisinde sıcak yüzünü gösteriyordu. Üstelik burası bölgenin tarıma elverişli, suyu bol, en büyük alüvyal düzlüklerinden biriydi.
Böyle bir başkentin, tarım ve ulaşım olanakları sınırlı dağlık bir alanda yer alması düşünülemezdi.
Ermeni tarihçiliğinin babası sayılan İÖ 5. yüzyılda yaşamış Khoreneli Moses'e (Horenli Musa) göre ise Tuşpa'nin kurucusu Assur kraliçesi Semiramis'ti.
"Kraliçe, Ermeniler'in efsanevi kralı Ara'ya aşıktı. Ona kavuşabilmek için Doğu Anadolu'ya bir sefer yaptı. Ancak çıkan savaşta Ara yaralanıp öldü. Üzgün kraliçe bir yaz günü çiçekli vadiler arasından Kuzey Irak'taki başkenti Ninive'ye dönerken yolda gördüğü manzaralar, temiz hava, berrak dereler karşısında etkilendi ve burada yılın sıcak aylarını geçirebileceği bir kent kurmaya karar verdi. Böylece Van Gölü kıyısındaki kayalıklarda karar kıldı. Kent, 6000 usta ve 12.000 işçinin geceli gündüzlü çalışmasıyla kısa zamanda kuruldu. İçinde, renkli taşlardan yapılmış iki—üç katlı saraylar vardı ve geniş so-kaklı her mahallesi farklı renkteydi..."
Burada adı geçen kral V. Şamşi-Adad'ın karısı ve III. Adad-nirari'nin annesi olan Assur kraliçesi Semiramis gerçek bir tarihsel kişilik olsa da, anlatılanların tarihsel değeri yok.
Van Kalesi'ni Semiramis değil Urartu kralları yaptırmıştı. Renkli taşlardan çok katlı saraylar, geniş sokaklı renkli mahalleler ise yazarın hayal gücünün ürünüydü.
Ancak bu çekici anlatımın, Urartu uygarlığının keşfinde önemli rolü olmuştu. 19. yüzyıldan başlayarak seyyahlar, ressamlar ve bilim adamları hep bu ilginç kaleyi görüp keşfetmek için Van'a koşmuş; kimi de onu gör-mese bile hayalinde canlandırmıştı.
urartu'nun yeniden KEŞFİ iki dünya savaşı arasındaki çalışmalar sırasında, Urartu dilinin çözülmesinin ardından gerçekleşti. Bu yıllarda araştırmaların başını Ermeni ve Rus kökenli Sovyet bilim insanları çekiyordu. Urar-tular'ı modern Ermenilerin atası varsayan ulusçu inanış, Sovyet Ermenistanı'ndaki Karmir-Blur, Arin-Berd ve Armavir gibi ören yerlerinin de ayrıntılı şekilde incelenmesine neden olmuştu.
Erivan Tarih Müzesi bu kazılardan çıkarılan Urartu eserleriyle dolup taşmaya başlamıştı. Öyle ki, Erivan Filarmoni Orkestrası'nın kemancılarından biri Karmir-Blur kalesinde bulunmuş Urartu'dan kalma ahşap parçalarıyla kapladığı kemanıyla resitaller veriyor, ününe ün katıyordu.
Kazılar ilerledikçe Urartu-Ermeni eşitliği teorisinin temelleri sarsılmaya başladı. Sonuçta Urartu dilinin Hint-Avrupa kökenli eski Ermenice ile ilişkisinin bulunmadığı belirlendi. Buna rağmen, hem Ermenistan'da hem de Türkiye'de hâlâ bu tür ulusçu yaklaşımlara rastlanıyor.
Urartular'm, Türk tarihçi ve arkeologlarının ilgi alanına girmesi 1960'h yıllara rastlıyor. Erzincan-Altmtepe, Ağrı-Patnos, Van-Toprakkale, Van Kalesi ve Bitlis-Adilcevaz Urartu kalelerinde uzun süreli çalışmalar gerçekleştiriliyor ve yeni buluntular elde ediliyordu. İÖ 8. yüzyılda, kral II. Sarduri'nin kurduğu Çavuştepe de, söz konusu yıllarda Türk tarihçi ve arkeologlarının ilgi alanına girmiş Urartu kalelerinden biriydi.
Çavuştepe'de Urartu kalesini kazan Prof.Dr. Afif Erzen, o sabah her zamanki ciddiyetiyle Yukarı Kale'deki çalışmaları denetlemek üzere kazı alanına gelmişti.
Toprak üzerinde bir ucu görünen kesme taştan bir duvarın kazılarak izlenmesini istiyordu. Yapılması gerekeni çok net ifade etti ve "Bilinenden bilinmeyene doğru gitmelisiniz" dedikten sonra, çarçabuk alandan ayrıldı.
1961'den beri her yıl yaz aylarında sürdürülen Van yakınlarındaki kazının 15. yılındaydık ve ben de Erzen'in asistanlığını üstlenmiştim. O, alandan ayrılırken kendi kendime "Ne gerek vardı şimdi" diye düşünsem de, direktifine uydum ve duvarı izlemeye başladım.
İşçilerin çalışmayı sürdürmesiyle kireç taşından duvar uzadıkça uzuyordu.
Yakıcı güneş ışınlan altında inip kalkan kazmalar, sonunda bir başka duvara gelip dayandı. Bu duvar, Urartu baş tanrısı Haldi'nin tapınağına aitti. Çavuştepe'de ikinci bir Urartu tapınağı bulmuştuk...
O yıllardan bu yıllara Van Kalesi, Karagündüz ve Hakkari gibi kazılarda bunun gibi pek çok sürprizle karşılaştım. Hepsi de bende benzer duygular uyandırdı:
"Urartu, Anadolu uygarlıkları içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir".
Günümüzde Türk bilim insanları Urartular hakkında bilinenden bilinmeyene ulaşıp, sırlarını çözebilmek için, Urartu'nun başkenti Van yakınlarındaki Ayanis, Anzaf ve Yoncatepe'de üç büyük kazıyı sürdürüyor. Ve Tanrı Haldi her kazı alanında arkeologların karşısına bir tapınakla birlikte çıkıyor.
savaş TANRISI haldİ, etnik ve kültürel açıdan çeşitlilik gösteren Urartu ülkesinde insanları birleştiren en önemli unsur olmalıydı. Çeşitli aşiret tanrıları bir devlet sistematiği altına alınarak yaratılan ortak din düzeninin tepesinde Tanrı Haldi oturuyordu; Kral O'nun savaşçısıydı. Orduları yöneten ve düşmanı kahreden ise Haldi idi.
Urartu yazıtlarında "Haldi önden gitti", "Haldi kendi silahıyla sefere çıktı", "Haldi güçlüdür" gibi sıfatlarla anılan tanrı, askeri başarı ile özdeştir.
O'nu, Hurri kökenli Fırtına ve Gök Gürültüsü Tanrısı Teişeba ve Güneş Tanrısı Şivini izliyordu. Ayrıca 60 tanrı ve 16 kadar tanrıça vardı. Tapınakların biçimleri, kurbanların cins ve sayıları ile ibadet şekilleri de yeni bir düzene sokulmuştu.
Bu kapsamlı dinsel reform, Van'da simgesel bir tapınak kapısı şeklinde oyulmuş "Hazine Kapısı" ya da "Çoban Kapı" denilen-kayalıklara satır satır işlenmişti.
"...Her kim bu yazıta karşı suç işlerse, herkim çalarsa, her kim gömerse, her kim suya atarsa, her kim yerini değiştirirse, her kim bunları ben yaptım derse; Tanrı Haldi, Tanrı Teişeba ve Tanrı Şivini onu güneş ışığından yoksun etsin, soyunu sopunu kurutsun..."
Assur ülkesi büyük bir iç bunalımla çalkalanırken , durumu akıllıca değerlendiren ilk Urartu kralları, İşpuini (İÖ 830-820) ve oğlu Minua (ÎÖ 810-785/780) bir yandan sınırlarını genişletiyor, diğet yandan da ıssız Doğu Anadolu yaylasında attıkları her yeni adımı, ülkenin her yerine dikilen ve birer ilan panosunu andıran taş yazıtlarla duyuruyorlardı. Hemen her yazıt yukarıdaki yazıtta yer alan lanetleme cümleleriyle son buluyordu. Bu la-, netleme formülü bir bakıma "iktidarı tescil" görevi üstleniyordu.
urartu'nun ekonomisi büyük çapta savaş ve haraç üzerine kurulmuştu. Krallığın devamlılığı, her yıl yapılacak savaşlardan sağlanacak haraç ve ganimetlere bağlıydı.
Ülkelerinin etki alanını batıda Fırat, doğuda Nahçıvan, kuzeyde Araş vadisi ve güneyde de Toroslar'a kadar yayan İşpuini ve oğlu Minua, aniden büyüyüp genişleyen krallığı Van'daki başkentten yönetmenin sağlam bir altyapı gerektirdiğinin farkındaydı. Bu nedenle askeri, dini, idari, ekonomik ve teknolojik yönden esaslı bir yeniden yapılanma ve kurumlaşma hamlesi başlatmış; lanetleme tehdidiyle topladıkları haraç ve ganimetler sayesinde ordu, silah, donanım, hatta giyim kuşamına kadar yenilenmişti.
".... Sarduri der ki: Qumaha (Kommagene) ülkesi hükümdarı Kuştaspili bağımsızdı. Hiçbir Biainili kralı oraya gitmemişti. Qumaha ülkesine karşı sefere çıktım. Kraljl kenti Parala'yı aldım. Kuştaspili ayaklarıma kapandı; kaldırdım. Bana haraç olarak 40 mina saf altın, 800 mina gümüş, 3000 giysi, 2000 bakır kalkan, 1535 bakır kazan verdi." (Assur sistemine göre 1 hafif mina yaklaşık 500 gr. 1 ağır-büyük mina yaklaşık 1 kg. Diakonoff a göre ise 1 mina 2 kg.)
Van Kalesi'nin doğu ucundaki, yöresel olarak "Analıkız" denilen kutsal alanın duvarlarına kazılı bu yazıtta kral II. Sarduri (İÖ 8. yüzyılın ortaları), bugünkü Adıyaman yöresiyle eşitlenen, stratejik konumlu Qumaha krallığını haraca bağlayışını ilân ediyor.
Böylelikle İÖ 8. yüzyılda Urartu, Yakın Do-ğu'da bir ö%der devlet konumuna ulaşmıştı. Batı Asya kara ticaret yollarının önemli bir bölümü denetim altına alınmış; askerî ve ekonomik amaçlı pek çok kent kurulmuştu.
Etki alanı Toroslar'ı aşıp Suriye'ye yayılmaya başlayan krallığın hedefi bu yöredeki Assur egemenliğine son vermekti. Ancak Urartu-Geç Hitit Koalisyonu, Batılıların III. Tiglath-pile-ser olarak adlandırdığı Assur hükümdarı III. Tukulti-apil-Eşarra karşısında bozguna uğrayınca Fırat yöresinde denetim yeniden Assur İmparatorluğu'nun eline geçti.
Doğuda, Urmiye Gölü bölgesindeki stratejik yollar ise Assur kralı II. Şarru-kin zamanında Urartu'dan koparıldı, kutsal kent devleti Muşaşir zapt edildi.
İlgi alanını kuzeye çevirmek zorunda kalan Urartu, Kimmer ve İskit gibi göçebe halklarla yüz yüze geldi.
İÖ 8. YÜZYIL SONLARI ise Urartu devleti için yeni bir kalkınma hamlesinin başlatıldığı yıllardı. Bu hamle Urartu'nun son güçlü hükümdarları II. Argişti (ÎÖ 8. yüzyılın sonlan-7. yüzyılın başlan) ve oğlu II. Rusa tarafından yapıldı. Bu dönemde yapılan kayıt sistemi oldukça detaylıydı. Öyle ki, atlar için gerekli samanın bile kaydı tutulmuştu.
Bu kayıtlar Urartular için önemliydi. Urartu iyi at yetiştiren bir ülkeydi ve bu atlar süvari birliklerinin yanı sıra ordunun en korkulan vurucu gücü olan savaş arabalarında kullanılıyordu. İki atın çektiği iki tekerlekli arabalar, genellikle biri sürücü, öteki de savaşçı olmak üzere iki kişilikti; kralı arabalarda buna bir de muhafız eklenmişti.
Sıkı bir eğitim geçiren süvariler için zaman zaman at yarışları düzenleniyordu. Böyle bir yarış sırasında kral Minua'nın atı Arsibi (Kartal) en uzun mesafeye sıçrayarak ödül kazanmış ve adı yazıtlara kazılarak ödüllendirilmişti. Bu sınıf o denli güçlüydü ki, amansız komşu Assur İmparatorluğu, ordusu için kimi atlarını ve hatta at yetiştiricilerini Urartu'dan sağlama gereksinimi duyuyordu.
Urartu Krallığı tüm gücünü silahlı kuvvetlerinden alıyordu. Resmi inanışa göre bu ordunun önünde daima, arabasıyla baş tanrı Haldi gidiyor, savaşlar onun amansız mızrağı ve sağladığı moralle kazanılıyordu.
Başkentte, kralın yanında sürekli olarak bir tür özel muhafız alayı ya da hassa ordusu bulunuyordu. Erken dönemlerde bu orduda 106 savaş arabası, 9174 süvari ve 2704 piyade yer alıyordu. Ağır donanındı askerler başlarına konik madeni miğfer takıyor; bedenlerini deri ya da kumaş üzerine tutturulmuş demir ya da tunç pullu zırhlarla koruyor; ellerinde tunç, ahşap ya da sazdan yapılmış kalkanlar taşıyorlardı.
Demirden yapılmış uzun kılıç ve hançerleri çok etkiliydi. Yalnızca Urartu ordusuna özgü bu saldırı silahlarının kabzası, tunç çerçeveye alınmış ahşap veya fildişi kaplamaydı.
Savaşın ganimetleri üzerine kurulan bu Krallık teokratik ve merkeziyetçi bir sistemle yönetiliyordu. Hükümdar devletin siyasal önderi; aynı zamanda baş rahipti. Böylelikle insanlar ve tanrılar arasındaki dinsel ilişkileri de denetliyordu. Onlar kendilerini "yaban topraklara hayat veren uygar önderler" olarak görüyor ve yalçın kayalıklar üzerine kurdukları saraylarında yaşıyorlardı.
Toplum soylular, savaşçılar, çiftçi-köylüler ve köleler gibi sınıflara ayrılmıştı. Ülke, büyük bir bürokrat ordusu yardımıyla başkent Tuşpa'daki saraydan yönetiliyordu.
İÖ 7. yüzyılda saray personelinin sayısı neredeyse günümüzün kasabalarının nüfusuna eşitti: Tam 5507 kişi...
Bunlardan 3784'ü hadım ağa sınıfındandı ve hazinedar, iç oğlanı, saki, müzisyen, av köpeği bakıcılığı gibi görevler üstlenmişlerdi; ayrıca 1113 soylu-saraylı ve 300 de saray muhafızı bulunuyordu.
Ülke, eyaletlere ayrılmıştı ve valilerce yönetiliyordu. Valilik saraylarında da çok sayıda personel çalışıyordu.
örneğin, Karmir-Blur kalesindeki bir şarap mahzenine bitişik depoda, saray personeliyle ilgili 1036 kap depo edilmişti.
Başkentteki hassa ordusunun sayısı 12.000 kişiyi buluyordu. Bu kadar kabarık bir kadronun beslenmesi ise büyük bir sorun oluşturuyordu. Bunun sonucunda, uzun ve çok sert geçen kış ayları nedeniyle kaleler içinde büyük depolar yapılması bir zorunluluktu.
Urartu kalelerinin en dikkat çekici özelliklerinden biri olan bu dev devlet depoları iki türdeydi: Tahıl ambarı ve şarap mahzeni.
Van-Çavuştepe'deki kazılarda 376 metrekarelik bir mahzende, karınlarına kadar toprağa gömülü ve her biri ortalama 1000 litre alabilen, 100 adet büyük küp ortaya çıkarıldı. Küplerin boyun kısımları üzerinde ise çoğu kez kabın kapasitesini ifade eden çivi yazıları bulunuyordu.
Urartu'nun ihtişamı ve gücü İÖ 7. yüzyılda gerilemeye başladı. Yapılan;, pahalı yatırımlar devletin kapasitesi ile oransız şekilde tasarlanmış ve olasılıkla ekonomide önemli bir hasara yol açmıştı.
Ermenistan'da Fırtına Tanrısı'nın adını taşıyan Teişebaini (Karmir-Blur), İran Azerbaycanı'nda da Rusa-i URU TUR (Bastam) sınır kaleleri kurulurken, en pahalı ve lüks yatırımlar Van Gölü çevresine yapılmış; Tanrı Haldi için birbirinden ihtişamlı kutsal kentler inşa edilmişti.
Günümüzde Toprakkale, Ayanis ve Kef Kalesi adı ile anılan, Urartu Kralı II. Rusa'nın, kimilerini kendi adıyla kurduğu bu kentlerin ömrü çok uzun sürmedi.
Sonuçta Krallık İÖ 7. yüzyılın ikinci yarısında iç ve dış etkenler nedeniyle yıkılarak tarih sahnesinden çekildi.
Kısa bir süre sonra da O'nu ezeli düşmanı Assur izledi (İÖ 612). Ve onların yıkıntılarının ardından Doğu Anadolu Alarodlar, Khaldler, Karduklar, Armenler, Taokhlar, Kolkhlar, Makronlar, Mareliler, Moskhiler, Saspeirler (İspirliler) vb. aşiretler arasında paylaşıldı.
Urartu kazılarının bilinenden bilinmeyene yolculuğu günümüzde de devam ediyor. Bilinenler bilinmeyenleri ve her kazıda yapılan yeni bir keşif yeni soruları gündeme getiriyor.
ZAMANI NASIL BELİRLİYORLARDI? Belirli bir takvim sistemleri var mıydı? Kusursuz bir düzen içinde hareket eden gök cisimlerinden etkilenmişler miydi?
Bu soruların yanıtlan henüz bilinmiyor. Ancak büyük bürokratik devlet yapısının bir takvim sistemini gerekli kıldığı düşünülebilir. Üstelik bayramlar, önemli günler, kült merkezlerine yapılacak ziyaretler vb. sağlıklı bir takvim olmadan belirlenemezdi.
Van yakınındaki Kalecik köyü ilginç ve şimdiye dek benzeri bulunmamış kalıntılara sahip. Kuruluşu İÖ 9. yüzyıla uzanan küçük bir Urartu karakolunun 1,5 kilometre kuzeyindeki kalıntılar denizden 1800 metre yükseklikte ve 5 kilometre uzaklıktaki başkentten çıplak gözle rahatlıkla görülebiliyor.
En dikkat çekici özellik, kareye yakın düz bir zemine yerleştirilmiş dikili taş sıraları. Kuzey-güney yönünde 55, doğu-batı yönünde de 45 koşut sıra halinde dizilmiş dikili taşların sayısı 2475'i buluyor. Boyları 130-80 santimetre arasında değişen, yöresel kireç taşından yapılmış bu taşların sırrı henüz çözülebilmiş değil. Ancak büyük bir özen, hesap ve geometrinin ürünü oldukları çok açık.
Bu taşlar, Avrupa'daki pek çok megalitik (büyük taş) anıtta olduğu gibi, işlenmeden doğal olarak 40'ar santimetre aralıklarla yerleştirilmişler. Ancak güneyde 11 ve 12'nci sıralar arasında 130 santimetre genişliğinde sokak görünümlü bir açıklık bırakılmış.
Dikilitaşların hemen batısında yumruk büyüklüğünde taşlardan oluşan; 13,18 ve 30 metre çapında yan yana üç halka yer alıyor ve daha batıda çapı 30 metreyi bulan bir dördüncüsü... Ve her biri pergelle çizilmişçesine düzgün...
Burada, eski yerleşim yerlerinin yüzeyinde olması gereken çanak çömlek kırığı, kül, kemik gibi, arkeolojik anlamda hiçbir iz görülmüyor.
O zaman bu binlerce dikilitaş ve dev boyutlu taş halkalar ne amaçla yerleştirilmiş olabilir?
Bu sorunun yanıtı belki de dizili taşların hemen yakınında defineciler tararından delik deşik edilmiş Urartu mezarlığında gizli.
Mezarlıkta Van Müzesi ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde 2004'ten beri kurtarma kazılan yapılıyor. Şimdiye dek 15 mezar temizlendi.
Bir giriş çukuru ile inilebilen mezarlar yer altındaki yumuşak kayaya oyulmuş alçak odalar şeklinde; kiminin duvarlarına nişler açılmış. İçlerinde erişkin ve çocuk kemikleri ile yakılarak gömülmüş insanlara ilişkin izler var.
İÖ 9.-8. yüzyıllara ait bu mezarlarda aslan başlı altın iğne, başlıkları haşhaş kapsülü şeklinde tunç iğneler, ejder başlı tunç ve gümüş bilezikler, akik taşlı tunç küpe, akik, kornalin, cam boncuklar vb. süs eşyaları definecilerden artakalanlar arasında. Bir odada ise toplu olarak demirden balta, mızrak, bıçak, kını içinde bir kılıç gibi silahlarla, spatül ve orağı andıran kimi aletler dikkat çekiyor.
Urartu mezarlarıyla bir bütün oluşturan bu kalıntılar hangi amaca hizmet ediyordu?
Kayalara oyulmuş oda-mezarlarına kimler gömülmüştü? Bu soruları henüz kimse yanıt-layamıyor. Kendine has özelliklere sahip kalıntılar, geometrik bir anlayışla yapılmış tesisin işlevinin anlaşılmasına yardımda bulunmaz. Ancak arazideki izler, alışılmış bir Urartu yerleşim birimi ile karşı karşıya olunmadığını gösterecek kadar açık.
Monolitlerin toplam ağırlığı kaba bir hesapla 200 tonu buluyor. Geniş çaph taş halkalar ise büyük bir emek ve işgücünün ürünü.
Bu taşların törensel bir anlam taşıdıkları belirgin. Urartu ülkesinde başka benzerinin bulunmaması, başkent Tuşpa'ya özgü kralı ve ezoterik (içrek-gizemli) işlev yüklü olabileceklerini düşündürüyor; horolojik (takvim bilimi), astronomik ve geometrik anlamlan olabilir. Nitekim Kuzey İtalya, Fransa ve İngiltere'deki dikilitaştı ve yuvarlak halkalı megalitik anıtların ay, güneş ya da takım yıldızlara hatta kış gün dönümü ya da yaz gün dönümüne göre yönlendirildiklerine inanılıyor. Maya ve Aztekler'in astronomik gözlemlere dayalı gelişmiş takvim sistemlerine sahip oldukları biliniyor. Hilalin ilk görüldüğü yeni ay başlangıcıyla ilgili kamerî takvim kullanan As-surlular ise bir yılın 12 ay çektiğini biliyor ve ayı onar günlük üç bölüme ayırıyorlardı. Adeta bir gözlem evini andıran yüksek ülkelerinin sağladığı avantajlar nedeniyle Urartular da bu türde düzenlemelere gitmiş olmalı. Zamanı belirleyen takvim sistemleri ve gelecekten haberler veren bir kehanet ocakları olması mümkün. Adeta dinsel bir gözlemevi görünümündeki Kalecik, yaklaşık üç bin yıldır sessizliğini koruyor ve Kalecik'in taşları Urartu bilgeliğinin sırlarının çözüleceği günü bekliyor.
Doğu Anadolu topraklarında ise Urartu'nun çözülecek daha çok şifresi var...
Anzaf Kaleleri
Yukarı Anzaf Kalesi'ndeki tapınağın kuzey ve kuzeydoğu köşe duvarları üzerindeki inşa yazıtlarında, şu cümleler tekrar ediliyor "Tann Haldi'nin kudretiyle İşpuini oğlu Mi-nua bu tapınağı efendi Tanrı Haldi'ye yaptırdı ve çok mükemmel bir kale inşa ettirdi".
Aşağı ve Yukarı Anzaf Kaleleri, bugünkü Van'ın 11 kilometre kuzeydoğusunda yer alıyor. Aşağı Kale Urartu Kralı İşpuini, Yukarı Kale ise bu kralın oğlu Minua tarafından kurulmuş. Minua'nın, yukarıdaki yazıtta herhangi bir askeri eylemden söz etmemesi, tapınağı ve kaleyi krallığının ilk yıllarında yaptırdığını gösteriyor. Aşağı Anzaf Kalesi'nde bulunan sekiz "yapı yazıtı" da aynı konuda: "Tanrı Haldi'nin kudretiyle, Sarduri oğlu İşpuini bu kaleyi mükemmel bir şekilde yaptırdı. Güçlü kral, büyük kral, Biainili Ülkesi'nin kralı".
Kayalık bir tepe üzerinde yer alan Aşağı Kale, 6000 m2'lik bir alanı kaplıyor. Kalede bulunan yazıtlarda askeri bir eylemden söz edilmese de Aşa-
ğı Anzaf Kalesi, kuzeyde Transkafkasya'dan, doğuda ise Kuzeybatı İran'dan gelen önemli askeri ve ticaret yollarının Urartu başkenti Tuşpa'ya (Van Kalesi) ulaşmadan önce, bir düğüm noktasında yer alıyor ve bu konumu askeri amaçla kurulduğunu gösteriyor. Kral İşpuini'nin, yazıtlarda çok güçlü bir kale yaptırdığını söylemesi de bu yüzden olsa gerek. Gerçekten de iri taşlardan, kurtinsiz ve bastiyonsuz yapılan kalenin anıtsal sur duvarlarının benzerine, Urartu Krallığı'nın yayılım alanında şimdilik rastlanmıyor.
800 metre güneyde yer alan Yukarı Anzaf Kalesi ise, Aşağı Anzaftan 10 kat daha büyük. 60.000 metrekarelik bir alana yayılan kale, kendisine bir sur ile birleşik olarak yapılan güneyindeki Aşağı Kent ile birlikte 200.000 metrekarelik bir alanı kaplıyor. Yukarı Anzaf Kalesi'ni çevreleyen taş duvarların temelleri, Aşağı Anzaf’tan farklı olarak kurtin ve bastiyon tekniğinde inşa edilmiş. Bastiyon uzaklıkları eşit değil ve bu nedenle Urartu ka le mimarisindeki bastiyonların ilk örneğini oluşturuyor. Kalenin doğusunda bulunan Yukarı Anzaf Barajı ise, kuzeyindeki bereketli topraklarda yapılan tarımın su ihtiyacını karşılıyor. Tarım ürünlerinin depolandığı Yukarı Anzaf Kalesi, o dönem Doğu Anadolu Bölgesi'nin en büyük yönetim ve ekonomik üretim merkezlerinden biriydi
Kalenin kuzeybatı ve güneydoğu eteklerinde, özenle düzeltilmiş kalker kayalıklar üzerine işlenen toplam 22 adet anıtsal kaya işareti, Yukarı Anzaf Kalesi'nin aynı zamanda önemli bir kült merkezi olarak kullanıldığını da gösteriyor. Bu kaleyi di' ğer Urartu kalelerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri, kurulduğu tarihten yıkılışına kadar sürekli bir yerleşime sahne olması ve genişlemesi. Burada tapınak, saray, mutfak odaları, silah depoları, atölyeler ve yiyeceklerin saklandığı depo odaları bulunuyor. Yukarı Anzaf Kalesi,
günümüze değin Kafkasya, Kuzeybatı İran ve Doğu Anadolu'da bulunan ve kazısı yapılan kalelerde, çivi yazılı bronz eşya ve adak silahının en fazla sayıda ortaya çıkarıldığı yönetim merkezi olma özelliğini taşıyor. Bugüne kadar Kral İşpuini ile II. Argişti dönemleri arasında hüküm süren krallara ait 29 adet çivi yazılı eşya ve silah gün ışığına çıkarıldı.
Bronz eşya ve silahlar üzerindeki çivi yazılarında Tanrı Haldi'ye sunulan armağanlardan söz ediliyor "Sardun oğlu İşpuini, İşpuini oğlu Minua ve Minua oğlu İnuşpua, Amuşa kentinin ülkesini ele geçirdiklerinde, efendi Tanrı Haldi'ye bunları armağan ettiler." Tapınak avlusunda ve Tanrı Haldi'ye armağan edilen bronz kalkan üzerine ilk kez kutsal hayvan ve silahlan ile birbiri peşi sıra betimlenen Urartu tarınlan ise Urartu dini ve sanatına çok büyük bir yenilik getiriyor. Prof.Dr. Oktay Belli
Tanrı Haldi'nin Mesaj
Yıllarca Ayanis'te tapınağın yerini araştırdık... Alan çok genişti. 1997 yılında kazmadığımız bir toprak kısma yaslanmış, kazıyı izliyordum. Hava yağmura dönüyordu; güneş kaybolmuştu. Şimşek de vardı, yıldırım da...
Aniden yaslandığım duvar yıkıldı ve tahmin edin ne bulduk: Tapınak! Sanki Urartu tanrısı Haldi bizim acemiliğimize kızıp "Alın işte, tapınak burada" demişti, kendine özgü yıldırımlar ve şimşekler arasında...
Kazılar ilerledikçe yüksekliği 12-15 metre olan çekirdek tapınağın cella (tapınak içindeki kutsal oda) duvarları ile karşılaştık. Duvarlar Urartu sanatında ilk görülen "taş oyma" tekniği ile bezenmişti. Su mermerinden yapılan bir platformun kenarları da akından üretilmiş hayvan biçimli varaklar ile süslüydü. Altın bezemeler, olasılıkla Urartu Dönemi’ndeki bir yağma sırasında büyük oranda tahrip edilmişti. Tapınağın avlusunda ve depo odalarında bulduğumuz kalkan, miğfer ve içleri akdarı ile dolu olan sadak (okdanlık) gibi madeni eserlerin üzerindeki yazıtlar ise Urartu inanışları hakkında ipuçları veri/ordu.
Urartu dilini en iyi bilen bilim insanlarının başında gelen İtalyan Prof. Mirjo Salvini sekiz tas blok üzerindeki yazıdan ilk gördüğünde tepkisi, "Beni kandırıyorsunuz bunları siz yaptınız" olmuştu. Yazıt ve içeriği inanılmayacak kadar önemli idi.
Prof. Salvini bir gün yanıma gelip, "Bunlar Tanrı Haldi için yapılmış" dedi. Yazıtlardan, bu silahların dini törenlerde Tanrı Haldi'ye sunuldukları anlaşılıyordu. Tapınak ajanı içinde karşılaştığımız küvet, sıvı adak sunağı ve ocaklar da büyük olasılıkla yine Haldi törenleri için kullanılmıştı.
14 yıl süren tapınak kazısında bizi en çok şaşırtan buluntulardan biri, tapınağın kuzey duvarına bitişik olan ocaktı. Ocağın üzerinde asılı olduğu bilinen dev kalkanın tam ortasında 5 kg. ağırlığında bir aslan başı duruyordu. Kalkanın üzerinde ise "ateşin söndürülmemesi" emrediliyordu. Kral Rusa aynen şöyle diyordu: "Kim bu kalkanı alırsa... Kim ateşin üzerine su dökerse, kim toprak atarsa kim benim adımı siler ve kendi adını koyarsa... Tanrı Haldi onu ve tüm soyunu güneşin altından yok etsin."
Bu yazıt Urartu'da ateş kültü ile ilgili önemli bir kanıttı. Ve Ayanis'te rastladığımız Urartu aslan başlı kalkanlarının varlığı Assur betimlemelerinde de vardı. Urartu metinlerinde geçen, Haldi'ye armağan edilen tunç mızrağın, Urartu yazıtlarındaki "şuri" olduğu ve "şuri"nin savaş arabası değil "silah" anlamına geldiği de yine Ayanis'te yaptığımız kazılar ile ortaya çıktı.
Aslında tapınak kazısı Ayanis'te yürüttüğümüz kazıların sadece küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Kazı alanımız, Van Gölü'nün doğu kıyısındaki Ağara köyünün yanında yer alan Ayanis Kalesi'ydi. Bu yapı, Urartu topraklarında inşa edilmiş diğer Urartu kaleleri gibi bir kayalığın üstüne kurulmuş, çevresindeki yollan ve tarım arazilerini koruyacak şekilde görkemli ve güçlü yapılmıştı.
Kale içinde sur duvarları, tapınak, büyük paye-li salonlar ve saray yapılan vardı. 1989'dan bu yana yürüttüğümüz kazılarda çanak çömlek, kılıç, mızrak, kalkan, sadak, kazan, ok ucu, küpler vb. çok sayıda eser ortaya çıkardık. Bu eserler Van Müzesi'nde sergileniyor ve çoğu, diğer Urartu kalelerinde de rastlanan eserler. Ancak yine de Ayanis'teki kale birçok konuda bilim dünyasına yeni veriler sağladı ve Urartu tarihi ve sanatı açısından birçok bilinmeyeni ortaya koydu.
Kaleye güneydoğudaki anıtsal bir kapı ile giriliyor. Kapıyı oluşturan iki kuleden birinin önündeki yazıtta şöyle yazılı: "Süphan Dağı Önündeki Rusa Kenti" (Rusahinili Eiduru-kai). Aynı yazıtta kalenin Argişti oğlu II. Rusa tarafından yapıldığı yazılı. Eiduru Dağı, Assur metinlerinde geçen Aduri Dağı ile aynı olmalı. 900 m2'lik bir alanı kaplayan tapınak ve içinde yer alan kare tipli çekirdek tapınak kalenin önemli yapıları arasında yer alıyor.
Tapınak kapısının girişindeki sekiz taş bloğun üzerinde Urartu'nun en uzun üçüncü yazıtı var. Urartu krallarının başka ülkelerden getirdikleri insanları "köle" olarak kabul ettiği görüşüne karşın II. Rusa'ya ait yazıtta bu insanlara her türlü olanağın sağlandığı yazılı: "Bu kaleyi ve bu kenti ben planladım ve inşa ettim. Bununla övünüyorum".
Dönemin en güçlü kralının bile halkı için yapağı imar faaliyetlerinden gurur duyması belirtilme-
si gerekli bir sorumluluk olsa gerek. Yazıt ayrıca, kalenin ve kale dışında yer alan 80 hektar büyüklüğündeki Dış Kent'in II. Rusa'nın planlarına bağlı olarak Phryg, Hitit, Kafkasya ve Assur'dan getirilen insanların yardımı ile yapıldığını da gösteriyor. II. Rusa, tapınak yazıtında bu olayı aynen şöyle anlatıyor "Rusa, Argişti'nin oğlu der ki: Düşman ülkelerinden erkek, kadın ve hayvan aktardım, Assur'dan, Targuni'den, Etiuni'den, Tablani'den, Ka-inaru'dan, Hate'den, Muşki'den, Şiluguni'den... Bu kaleyi ve kenti bu insanlarla inşa ettim..."
Savaşlardan sonra Urartu topraklarına getirilen bu insanlann "köle" olarak algılanmadığını kanıtlayan bu yazıt kalenin yapılış tarihi hakkında da bilgi veriyor. Urartu, II. Rusa döneminde Şupria civarında Assur'a karşı ender başarılardan birini kazanmıştı. Ayanis'e Assur'dan geldiği söylenen insanlar Şupria başarısından sonra Ayanis'e gelmiş olmalı. Urartu'nun Şupria seferinin İÖ 673-672 tarihlerinde olduğu düşünülürse, kalenin inşaasının da bu tarihten hemen sonra olması gerekir. Tapınağın içindeki ahşap kalıntılar üzerinde yapılan ağaç halkaları ile yaş belirleme yöntemi de bu tarihin doğruluğunu gösteriyor.
Kalenin batısında bulunan saray yapısından sadece bodrum katlar günümüze kalabilmiş. Burada bulunan küpler ise şaşırtıcı boyutlarda. Yükseklikleri iki metreyi bulan yüzlerce küpün içinde tahıl, su, yağ ve şarap saklanıyordu. Hemen hemen tüm küplerin üzerinde çivi yazısı ile yazılmış ölçü bilgileri var. Küplerin yanlarında bulunan mühür baskılı "bullalar" ise malların geliş kaynaklarını ve gönderenlerin isimlerini veriyor.-
Ayanis Kalesi'nde, II. Rusa'nın babası Argişti'ye ait bir miğfer dışında, II. Rusa'dan başka hiçbir krala ait eser ele geçmedi. Bu haliyle kale, başlangıcı ve bitişi kesin olan belli bir döneme ait bilgi veriyor ve II. Rusa dönemi kültürünü oluşturan özellikler saptanabiliyor.
Ayanis Kalesi'nin ne zaman ve ne şekilde sona erdiğini kesin olarak bilmiyoruz. Ancak kale İÖ 650-645 yıllarından sonra Urartular tarafından bir daha kullanılmamış. Kalenin sona erişi ise mimaride gözlenen tahribat dikkate alınarak bir deprem ile açıklanabilir. Deprem sonrasında yanan kale Dış Kent'te yaşayan insanlar tarafından yağmalanmış olmalı.
Prof.Dr. Altan Çilingiroğlu
Urartu Dili ve Yazısı
Urartu dilinin yazılı belgeleriyle ilk kez I9'uncu yüzyılda, gezginlerin raporları sayesinde karşılaşıldı. Bu dilin, hangi dil ailesi içinde yer aldığını saptamak için yapılan araştırmalar sonucunda, İÖ 2. binyıl-da Anadolu'da konuşulan dillerden Hurrice ile akraba olduğu anlaşıldı.
Ancak aralarındaki akrabalık derecesi ana-kız arasındaki gibi değildi. Araştırmacılar bu ilişkinin bir çeşit teyze-yeğen ilişkisi düzeyinde olduğunu keşfettiler.
Her iki dildeki ergatif hali, Kafkas dilleriyle olan yakınlığı gösteriyordu. Hurro-Urartu dil grubu ile Kafkas dillerinin bu ortak özelliği şuydu: Geçişsiz fiillerle yapılan cümlelerde özne yalın (nominatif) haldeydi. Geçişli fiillerle yapılan cümlelerin ise nesnesi yalın halde, öznesi ergatif haldeydi.
Son araştırmalara göre, Hurro-Urartu dil grubunun Doğu Kafkas Dil Ailesi'nin bireyi olduğu kabul ediliyor. Bu aile beş gruptan oluşuyor: Hurro-Urartu, Dar-gi-Lezgi, Laki, Avar-And, Bahi-Çeçen-Inguş.
Urartu'nun en güçlü rakibi Assur'du. Bu nedenle, izleyeceği modelin Assur olması kaçınılmazdı ve Urartu'nun yazısı da, As-sur'da yüzyıllardan beri kullanılan çivi yazısının Yeni Assur biçimi olmuştu.
Mezopotamya'nın yazı malzemesi olan, kil "tablet"ler ise Urartu'da yaygın olarak kullanılmamıştı. Arkeolojik kazılarda çıkarılan tablet sayısı 30 kadardır. Bunlar, ekonomik içerikli belgeler ve kraldan memurlara gönderilen talimatlardı.
Urartu çivi yazısı en çok kaya yazıtları, taş steller ve mimari ile bileşmiş, yazıtlı taş bloklarda kullanılmıştı.
Kralların askeri icraatlarının veya yapı faaliyetlerinin anlatıldığı taş yazıtların bilinen sayısı 300 civarındadır. Diğerleri ise bir—iki satırlık yazıtlardır. Bunları tunçtan yapılmış, at alınlığı, göz siperliği, araba oku süslemesi, dizgin diskleri, boyunduruk süsleri, çıngırak gibi araba koşum takımlarının parçaları, ok uçları, miğferler, kalkanlar, kılıç kınları gibi askeri amaçlı nesneler, kaplar, gümüş bakraçlar, şamdanlar gibi ev ve, kemerler vb. giyim eşyaları ile adak amacıyla yapılmış tunç halkalar oluşturuyor.
Assur'dan alınan çivi yazısına alternatif olarak "ulusal" bir Urartu Hiyeroglif sistemi yaratılmak isteniyordu. Ancak sayıları çok az olan hiyeroglifli belgelerden, çözüm için ipuçları sağlamak olanaksız.
Buluntular arasında, bir tunç levha üzerindeki uzunca bir yazıt, yine tunç bir kâsedeki
işaretler ve Hoşap dolaylarında ortaya çıkarılan tunçtan adak levhalarından birkaçındaki kısa hiyeroglif yazıtlar var.
Ayrıca pişmiş toprak kaplarda sayı işaretleri ve hacim ölçüsü birimlerini gösteren işaretler de bulunuyor. Bunlar ekonomik kayıtları tutabilmek amacıyla, çivi yazısı bilmeyen küçük memurlar için icad olunmuş, görsel bellekte kolay kalan işaretlerdi.
Ancak Urartu Devleti, Hiyeroglif sistemi gelişmeye fırsat bulamadan yıkılmıştı.
—Prof.Dr. Ali Dinçol
Yüksekteki Saray, Yoncatepe...
Yoncatepe'de bir kale var. Fazla değil, 750 metre ileride! Buradaki taşlan traktörlerle Van'a götürüp satıyorlar..." 1995 yılında gün ışığına çıkardığımız Harabe Barajı'nı tarihleyebilmemiz için, bizi merakla izleyen köylülere, yakında bir ören yeri olup olmadığını sorduğumuzda, söyledikleri bu sözler yeni bir kazı alanının habercisiydi.
Tepeye tırmandığımızda, bir grup köylünün sarayın dış duvarlarında kullanılan kumtaşı blokları çıkararak, kümeler yaptığını gördük. Yeşilimsi renkteki düzgün kumtaşı bloktan, Van'da yapılan villaların bahçe duvarlarında kullanılıyor ve kaçak kazı yapanlara iyi bir kazanç sağlıyordu.
Yoncatepe Sarayı ve Nekropolü'nü yöre köylüleri sayesinde keşfetmiştik. Ama buradaki kaçak kazıların önlenebilmesi için tam iki yıl çabaladık. Başvurularımızdan aldığımız sonuç aynıydı: Kaçak kazının önlenebilmesi için mutlaka arkeolojik kazıları başlatmamız gerekiyordu.
Önce, Yoncatepe, I. Derece Arkeolojik Sit Alanı ilan edildi, ardından tepenin topografik planını çıkardık ve kazıya başladık. Kazılar sürdükçe sarayın İskider'in saldırılan sonucunda çıkan yangın sonucu yıkılmış olabileceğini düşündüren pek çok bulguya rastladık.
Büyük Salon'un döşeme taşlan üzerine dökülen mercimek taneleri, kaçışın ne denli acele ve büyük bir panik içinde olduğunun göstergesi olabilir. Bunun yanı sıra, mutfakta pişirilerek tabak içine konulan yemeğin yenilmeden bırakılması, insanlann sarayı panik içerisinde terk ettiğini düşündürüyor. Belki de insanlar saraydan kaçarken yanlarına yiyecek ve bakliyat almayı da ihmal etmemişti. Yangından canını zor kurtaran halk, taşınabilir eşya ve silahlarıyla birlikte yakındaki Erek Dağı'na sığınmış olmalıydı...
Yoncatepe Sarayı'nın ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Ancak saray yerieşmesinin kuzey eteğinde bulunan nekropol alanındaki mezarlar, İÖ I. binyılın başlarından beri kullanılmış.
Bugünkü Van'ın dokuz kilometre güneydoğusundaki Yoncatepe Sarayı ve Nekropolü deniz seviyesinden 2050 metre yükseklikteydi. Urartular'ın buraya seçmesinin iki nedeni olabilirdi: Birincisi, saray yerleşmesinin 1,5-2 kilometre doğusunda yükselen Varak ve Erek dağları, tam bir yarım ay biçimindeki konumu ile doğudan esen sert ve soğuk rüzgârları önleyerek daha elverişli bir ildim sağlıyordu. İkincisi, Doğu Anadolu Bölgesi'nin en zengin su kaynaklarına sahip olan bu dağlar, Van bölgesinin ulaşım yönünden en elverişli ve kolay çıkılabilen yaylalarına da sahipti.
Basık bir tepe görünümünde olan Yoncatepe'nin en yüksek kesiminde saray, bunun kuzeydoğu eteğinde sivil yerleşim alanı ve kuzey eteğinde de nekropol bulunuyor.
Erken Demir Çağı'na ait diğer kale ve yerleşim merkezlerinde olduğu gibi Yoncatepe'de de sivil yerleşim merkezi ile nekropol alanı neredeyse iç içe. Bunda, kullanılabilir arazinin yetersiz olmasının büyük etkisi var.
Saray, yaklaşık 2650 metrekarelik bir alana yayılıyor. Temelleri taştan ve üzeri kerpiçten örülen mimari yapıların güçlü ve yüksek dış duvarları, aynı zamanda savunma duvarı görevini de görüyor. Sarayın ilk katında mutfak, dokuma atölyeleri, silah depoları ve yiyeceklerin saklandığı depo odaları; ikinci katta ise harem, oturma ve yatak odaları bulunuyor. Saray muhtemelen, İÖ 7. yüzyılın sonlarında Doğu Anadolu Bölgesi'ne kuzeyden ve doğudan, bir çekirge sürüsü gibi giren İskitler tarafından yakılıp yıkılmış.
Van Bölgesi'nde kazısı yapılan Çavuştepe, Van Kalesi, Toprakkale, Aşağı ve Yukarı Anzaf Kaleleri ile Ayanis Kalesi'nin tahrip katında ortaya çıkarılan İskiderin yangın oklarının benzerleri, burada da bulundu.
Sarayın savunma yönünden en zayıf kesimini oluşturan kuzey ve kuzeydoğusundan saldırıya geçen İskider, belki de atmış oldukları bronzdan yapılmış mahmuzlu ok uçlan ile yangın çıkmasını ve panik yaşanmasını sağlamış, sonra da öldürücü darbeyi vurmuşlardı.
Kazılarda elde edilen buluntular bu yıkımdan sonra saray kesiminin, yeni bir yerleşmeye uğramadığını gösteriyor. — Prof.Dr. Oktay Belli
|