(National Geographic Ocak 2006)
I. Dünya savaşı... Yağmurlu bir İstanbul akşamı, Sirkeci Garı'na giren Avrupa treninden, havagazı lambalarının aydınlattığı perona inen yolcular arasında Avusturya?Macaristan İmparatorluğu üniforması taşıyan genç bir teğmen de vardı. Savaş başlayalı bir yıl olmuştu. Askeri pasaportunu ve Osmanlı Harbiye Nezareti'ne hitaben yazılmış izin kağıtlarını vermek için gar binasına yönelen teğmenin gözleri, yapının, kendisine farklı gelen mimarisine takıldı.
Alman mimar Jasmund, Doğu ile Batı'nın birleştiği yerdeki imparatorluk payitahtına yaptığı bu eser için her iki dünyanın mimari üsluplarının karışımı olan bir tarz benimsemişti. 3 Mayıs 1890'daki açılışından beri Sirkeci Garı, batıdan gelen demiryolunun Avrupa'daki son noktasını oluşturmaktaydı. Çek asıllı teğmen Bedrich Hrozny, orduda yedek subay olarak görev yapıyordu. Ancak İstanbul'a gelişinin savaşla ilgisi yoktu. Viyana Üniversitesi'nde Doğu Dilleri okuduktan ve Arapça yazıtlar üzerine hazırladığı tezle doktor ünvanını aldıktan sonra, 1914 yılında Berlin'de Alman Şarkiyat Cemiyeti'ne üye olmuş ve ardından, Berlin ve Londra müzelerindeki çiviyazılı tabletleri incelemeye başlamıştı. Kafasını meşgul eden sorun, 1906 yılında Anadolu'da, Boğazköy'de, H. Winckler ve İmparatorluk Müzesi olan Müze?i Hümayun (bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzeleri) uzmanı Theodor Makridi Bey'in ortaya çıkardığı çiviyazılı tabletlerin diliydi. Bunlar çiviyazısıyla yazıldıkları için okunabiliyor, ama, dili bilinmediği için anlaşılamıyordu...
Ordudaki üstleri, Bedrich'in Müze?i Hümayun'daki bu tabletleri inceleme isteğini, savaşta olmalarına rağmen, olumlu karşılamıştı. Ertesi gün müzeye çıkan yokuşu heyecanla tırmanırken, Hititoloji biliminin temellerini atacağı ana yaklaştığının farkında değildi...
Hrozny, müzedeki tabletler üzerinde çalışırken bir cümleye rastladı: "nu NINDA?an ezzatteni nu watar?ma ekutteni". "NINDA", Sümerce bir kelimeydi ve "ekmek" anlamına geldiği biliniyordu. Ekmek ve suyun insanın yaşamsal gereksinimleri olduğu açıktı. "Su" için bu cümlede "watar" en uygun yerdeydi ve Hint?Avrupa dillerinde ortak bir kökten geliyordu. Almanca "wasser", İngilizce "water" gibi... Ekmek yenir, su içilirdi. "Ezzatteni" de Hint?Avrupa dillerindeki, Almanca "essen", İngilizce "eat" ile benzerlik gösteriyordu. İçmek anlamında kullanılmış olduğunu düşündüğü "ekutteni" ise, Latince "su" demek olan "aqua"yı çağrıştırıyordu. Bu fiillerin sonundaki ?teni ise, çekim eki olmalıydı. Hrozny cümleyi şöyle çevirdi: "ve ekmeği yiyeceksiniz, suyu ise içeceksiniz". Bu dil belli ki, bir Hint?Avrupa dili idi. Hint?Avrupa Dil Ailesi'ne ait dillerdeki kelimelerle karşılaştırıp, onların dilbilgisi kuralları ile kıyaslayarak, pek çok Hititçe cümleye anlam verebiliyordu.
Gerisi çorap söküğü gibi geldi...
Hititçe artık çözülmüştü. Bugüne kadar, sadece savaşlar nedeniyle kesintiye uğrayan kazılarda ele geçen 30.000'i aşkın çiviyazılı tablet ve elde edilen arkeolojik bulgular, Hititler hakkında bildiğimiz her şeye kaynaklık etti.
Kilden kitaplar Ne yazık ki, kil üzerine çiviyazısı ile yazılmış tabletleri, kitaplık raflarından alıp okumuyoruz. Tabletler, zamana karşı en dayanıklı madde olan kilden yapılmış olmalarına rağmen, tarih boyunca yüzyılların, hatta binyılların getirdiği yıkımla, kaldıkları toprak altında kırılmış, dağılmış ve zamanında düzenle korundukları yer, kitaplık ya da arşiv, çılgınca bir keşmekeşe gömülmüş...
İster tarih, ister mitoloji, ister hukuk alanında olsun, bu tabletlerden birşeyler öğrenmek isteyen araştırmacının karşısında olağanüstü zor bir bilmece durmaktadır. Bir romancının beş eserinin sayfalarının koparıldığını, bunlardan bir bölümünün küçük parçalar halinde yırtıldığını ve hepsinin birden karıştırılıp, romanların rekonstrüksiyonunu yapmaları için iki ayrı kişiye verildiğini varsayın. Bu iki kişinin, ellerindeki parçaları tek tek okuyup içeriğine göre nereye ait olduğunu saptaması gerekir.
Daha sonra da biraraya gelip, sonuçları karşılaştırmaları ve diğerinin elinde, kendinde olan parçaları bütünleyen başka parça olup olmadığını kontrol etmeleri gerekir. Ayrıca varsa, bunun hangi boşluğu tamamladığını veya fazladan ne içerdiğini bulmaları, anlatılan olayların roman içinde nerede olacağının kestirilmesi de önemlidir. Bu yöntemle acaba beş romanın hangileri saptanabilecek ve hangisinin başı hangisinin sonuna getirilecek, hangi roman kahramanı ait olmadığı yerde boy gösterecektir?
Kilden yapılmış kitaplar olan tabletler konusunda da durum aynen böyledir. Bilimsel gerçek olarak bugün söyleyebildiğimiz her şey, uzun süren araştırmaların sonucunda elde edilmiş bilgilerdir.
Coğrafya: tarihin sahnesi Tarihsel olaylar, coğrafyanın oluşturduğu sahnede geçer. Bu nedenle bir ülkenin tarihi, o ülkenin coğrafi konumundan etkilenir. Tarihi, bir tiyatro oyunu gibi kabul edersek, coğrafya bunun oynandığı sahnedir. Bir tiyatro sahnesinin boyutları, ışık ve ses düzeni, oyunu nasıl olumlu ya da olumsuz biçimde etkilerse, coğrafya da tarihsel olayların akışını o derecede etkiler. Tarih biliminin yanıtını aradığı başlıca sorulardan ikisi, gazetecilikteki gibi, "nerede" ve "ne zaman"dır.
Bunlardan birincisi hep bir coğrafyaya bağlıdır ve coğrafya engebeleri, denizleri, akarsuları ile, ülkeyle diğer bölgeler arasında ya kolay bir ulaşım sağlar ya da tersine onu yalıtır. Üç kıtanın birleşme noktasında ve Eskiçağ dünyasının merkezinde yer alan Anadolu, Asya'nın kitlesel bir yarımadasıdır. Ancak Avrupa kıtasına o kadar sokulmuştur ki, Batı Anadolu'nun kentleri Orta Avrupa'ya, bazı Doğu Avrupa ülkelerinden daha yakındır. Anadolu'nun kuzey ve güney kıyılarına paralel uzanan dağ sıraları arasındaki çöküntüler doğal yolları oluşturarak doğu?batı arasındaki ulaşımı sağlar. Bu yarımada, Doğu Akdeniz ile Karadeniz bölgelerini birbirinden ayırıyorsa da, İstanbul ve Çanakkale boğazları iki bölge arasında deniz ulaşımına olanak verir, Kızılırmak ve Göksu nehirlerinin vadileri ise, karayolu ile kıyı şeritlerini iç kesimlere ve dolayısıyla da bu bölgeleri birbirine bağlar.
Batıda Ege Denizi, Anadolu ile Batı dünyası arasında bir engel olmaktan çok, iki coğrafyayı birbirine bağlayan bir özellik taşır. Yüzlerce ada ve kayalık Yunanistan ile Anadolu arasında en ilkel deniz araçlarıyla dahi genellikle güvenli bir bağlantıyı mümkün kılar. Yarımadanın güneydoğu ucu, Toroslar'ın ötesinde Suriye Çölü'nün kuzeyi ve Yukarı Mezopotamya Ovası'na açılır. Doğudan ise kolay yollar değilse de dağ geçitleri İran'a ve oradan da Asya içlerine bağlanır. Anadolu bir geçiş bölgesinin tüm özelliklerini yansıtır; iklimindeki bölgelerarası farklılık, bitki örtüsünün zenginliği, doğal ve tarım ürünlerinin çeşitliliği de buna bağlıdır. Bu koşullar, Anadolu toprakları üzerinde yeşeren tüm kültürleri derinden etkilemiştir ve Hitit Uygarlığı'nda bu etkiler en çarpıcı biçimiyle gözlenebilir.
Kimliğin göstergesi dil Hititler'de Doğu ile Batı'nın buluşmasının en önemli göstergelerinden biri, kullandıkları dildi. Hititçe, Hint?Avrupa Dil Ailesi'nin yazılı belge bırakmış en eski üyesi ve bu dil ailesi ?adından da anlaşıldığı gibi? Hint Okyanusu'ndan Atlas Okyanusu kıyılarına kadar uzanan bir coğrafyada, Türkçe, Macarca ve Fince dışında konuşulan tüm dilleri içinde barındıran büyük bir aile. Hititçe sözü edilen bu ailenin ölü fertlerinden oluşan Anadolu Dil Grubu içinde yer alıyordu. İÖ 2. binyılda Hititçe ile birlikte konuşulmuş Luvice ve Palaca da bu grubun diğer üyeleriydi. Hititler, Hint?Avrupalıların anayurdu varsayılan Güney Rusya steplerinden Anadolu'ya göç etmelerinden sonra, Mezopotamya kökenli çiviyazısı ile tanışmışlardı. Bu yazı sisteminin daha ilk krallarının egemenliği sırasında dillerine uygulanması sonucu doğan Hititçe, doğulu çiviyazısı kültürünün bir parçası olmuştu. Ve Hititler bu yazı ile, tarihten edebiyata çok çeşitli türlerden oluşan zengin bir belgeler topluluğu yarattı. Doğuya olduğu kadar Batı'ya da açık Anadolu coğrafyası sayesinde Ege dünyası ile de ilişkide olan Hititler, orada kullanılmakta olan resim karakterli hiyeroglif yazıdan etkilendiler ve kendilerine özgü bir hiyeroglif sistemi yarattılar.
Bu yazı, göze hitap ettiği için anlaşılması daha kolaydı ve bu nedenle toplum tarafından çiviyazısına göre daha çok benimsendi. Çiviyazısının kullanımı devlet arşivlerine konacak belgelerle sınırlı kalırken, halka açık yerlerdeki tüm yazıtlar hiyeroglif ile yazılmıştı. Büyük olasılıkla, halkın özel yazışmalarında da hiyeroglif kullanılıyordu. Ancak halkın günlük yaşamına ışık tutabilecek bu belgeler, zamanla tahrip olan tahta tabletlerle yazıldığı için günümüze ulaşamadı. Buna karşın, çiviyazılı belgelerde adı geçen, bu tahta tabletlerin sivri uçlarına iplerle bağlanan, killi topraktan yapılmış, koni biçimli "bulla"lar, yine hiyeroglif yazılı mühürlerin baskılarını taşıyordu. Hiyeroglif yazının uygulandığı dil, Luvice'nin bir lehçesiydi. Çiviyazısının dili olan, bizim Hititçe dediğimiz bu dile, Hititler Neşa/Kaneş dili adını veriyordu. Bu dili konuşan kişiler, siyasal açıdan etkili bir grup olmalıydı. Buna karşın Luvice, Anadolu halkı arasında daha yaygındı. Her iki yazı ve dil aynı anda ve kral mühürlerinde olduğu gibi, biri Doğu'nun diğeri ise Batı'nın icadı olarak, yan yana kullanılıyordu.
Tanrıların kökenleri Hititler kendilerini "bin tanrılı" olarak nitelerdi. Gerçekten de toplamı 1000'e ulaşmasa da, tanrılar topluluğunda çeşitli etnik kökenlerden gelen çok sayıda tanrı ve tanrıça bulunuyordu. Anadolu'ya gelirken beraberlerinde getirdikleri Hint?Avrupa soyundan olanlar, bunların arasında azınlık sayılırdı. Hitit tanrılar topluluğunun en önemli özelliği ise, Hititler'in ilişki içinde olduğu toplumların tanrılarını da kendi inanç sistemleri içine almalarıydı. Bu nedenle Anadolulu/Hattili, Hint Avrupalı, İndo?Ari denilen Hintli, Assur?Babil kökenli Semitik veya Asyalı pek çok tanrı yan yana kutsanıyordu. Böyle bir ortamda doğmuş olan Hitit Mitolojisi de aynı etnik çeşitliliği gösteriyor.
Asya kökenli Hurriler'in edebiyatından alınma Kumarbi Efsanesi'nin çeşitli kaynaklardan eski Yunan yazarlarını etkilediği, örneğin Hesiodos'un tanrıların yaratılışını konu alan ünlü eseri Theogonia ile Hititçe metin arasındaki dikkat çekici benzerliklerden açıkça görülüyor. Ve günümüz Batı düşüncesine kaynaklık eden Eski Yunan Mitolojisi'nin Doğu'dan bu denli etkilenmiş olması, her iki kültür arasında bir köprünün varlığını kanıtlıyor.
Doğuya Yöneliş Hitit ülkesinin çekirdeğini, Orta Anadolu’dan çıkarıp, Bafra yakınında Karadeniz’e dökülen Kızılırmak’ın çizdiği yayın içini oluşturuyor. Anadolu’nun tümü Hitit kültür alanı sayılsa da Hitit devletinin buraya siyasal olarak tümüyle egemen olduğunu söylemek mümkün değil Orta ve Doğu Karadeniz bölgeleri, Doğu Anadolu, Kuzey Mezopotamya ve Batı Anadolu, bazen askeri güçle, bazen de siyasal antlaşmalarla sakin tutulan ama sorunlu alanlardı.
Anadolu dışında da, Kuzey Suriye ve Filistin'e kadar olan topraklar ve Kıbrıs, zaman zaman Hititler'le müttefik olan, ama her zaman Hitit kültürel etkilerinin görüldüğü yerlerdi.
Toprak büyüklüğü açısından tarihte kendinden sonra gelen imparatorluklarla, örneğin Roma ile karşılaştırılamayacak kadar küçük olan Hitit İmparatorluğu, zamanın koşullarında Önasya'daki süper devletlerden biriydi.
Hattuşa hanedanının kurucusu I. Hattuşi-li'nin İÖ 1650 yılında başa geçmesinden sonra, devletinin genişleme siyasetinin hedefi Kuzey Suriye olarak belirlenmişti.
Çünkü burası Akdeniz kıyısında bulunan limanların yer aldığı, geniş Mezopotamya hinterlandından (art alan) gelen ticaret yollarının denize ulaştığı yerlerdi.
Bölgeye refah ve zenginlik sağlayan bu limanların Hitit kontrolü altına girmesi, zenginlikten pay alınması ve devletin gelişmek için gereksinim duyduğu maddi olanaklara kavuşması anlamına geliyordu.
Hattuşili'yi izleyen I. Murşili de (İÖ 1620-1590) aynı politikaya sadık kalarak Kuzey Suriye üzerindeki Hitit egemenliğini sürdürmekle yetinmemiş ve bir adım daha ileri giderek, Mezopotamya içlerine kadar girip, Babil'i fethetmeyi amaçlamıştı.
Bu tutku, tarihte dünya fatihi olmayı düşleyen çoğu iktidar sahibi gibi, I. Murşili'nin de sonunu getirdi.
Anavatandan bu kadar uzaklaşan, yedek güçlerini ve malzemelerini yeterince sağlayamayan Hitit ordusu, Babil'i işgal ettiyse de, orada fazla kalamadı ve aldığı ganimetleri dahi yollarda bırakarak Hattuşa'ya geri döndü.
Kralın uzun süre yokluğu, başkentte aleyhine komploların hazırlanmasına olanak vermişti. Murşili, en yakınlarının ihanetine uğradı; kızkardeşinin kocası Hantili bir başka yüksek görevli ile beraber olup, kralı öldürdü.
Bundan sonra Hatti (Hitit) ülkesinde uzun bir dönem ihanetler ve cinayetler birbirini izledi. Kral Telipinu (İÖ 1525-1500), bir fermanla tahta geçiş sırasını kurallara bağlayarak, düzeni yeniden sağlamaya çalıştı ve bunda kısmen başarılı oldu. Ancak, hiç kimsenin Anadolu dışındaki hedeflerle ilgilenecek hali kalmamıştı.
İlk kez I. Şuppiluliuma (İÖ 1380-1345) eski yayılımcı politikaları yeniden gerçekleştirecek kadar güçlenebildi. Kendisi de tahtı zorla ele geçirmiş olmasına karşın, Hitit devletini içte ve dışta sağlamlaştırarak, Büyük İmparatorluk döneminin kurucusu oldu.
Şuppiluliuma, zaman zaman Hititler için tehlike oluşturan Hurriler'in devleti Mitan-ni'nin başkenti Vaşukanni'yi tahrip etti; ayrıca iki önemli Kuzey Suriye kentini de –Kargamış ve Halep- fethederek, bu kentlerin başına kendi oğullarını geçirdi.
Böylece tüm bölge Hatti egemenliği altına girdi. Onun ardılları da aynı siyaseti sürdürdü; Şuppiluliuma'nın oğlu II. Murşili (İÖ 1343-1310), yaklaşık olarak aynı zamanda ölen kardeşlerinin yerine, onların oğullarını bu kentlere kral atayarak, statükoyu korudu.
Kargamış'ta, Hitit devleti yıkılana kadar, Hattuşa hanedanının ikincil bir kolu egemenliğini sürdürdü. Kuzey Suriye'de, Mısır'ın da ekonomik çıkarları vardı. Hititler'in burayayerleşmeleri Mısır'ı rahatsız ediyordu. Ve iki devlet arasında küçük sınır çatışmaları ile başlayan sürtüşmenin daha büyük bir askeri çatışmaya dönüşmesi kaçınılmaz hale geldi.
Kral II. Muvattalli (İÖ 1310-1282) zamanında Hititler, Mısır firavunu II. Ramses'in orduları ile Kadeş'te, İÖ 1285 yılında savaşa tutuştular. Savaşın cereyanı hakkında bilinen şeyler var ama sonucu, her iki tarafın da kendisini galip göstermeye çalışması nedeniyle tartışmalı. Fakat, savaş öncesi Mısır yanlısı bir tavır alan, sonrasında yeniden Hitit yanlısı olan küçük Amurru devletinin bu siyasal manevrası, bölgede Hitit egemenliğinin sürdüğü ve savaşı kazanan tarafın da Hititler olduğunu düşündürüyor.
GERGİNLİKTEN BARIŞA Bir süre gerginliğin giderek azaldığı bir dönem yaşandıktan sonra, Hatti ülkesi ile Mısır arasında III. Hat-tuşili (İÖ 1275-1250) ile II. Ramses tarafından İÖ 1270'te bir barış antlaşması yapıldı. Bu, devletler arasında yapılan ilk yazılı antlaşma değildi ancak, ilk "barış antlaşması" niteliğini taşıyordu. Bu nitelik antlaşma metninde de "güzel barışın ve güzel kardeşliğin antlaşması" ifadesiyle belirtiliyor.
Antlaşma, zamanın diplomasi dili olan Ak-kadça ve Mısır dilinde yazılmıştı.
Hattuşili ve eşi Kraliçe Puduhepa'nın mü-hürleriyle mühürlenmiş, gümüş bir levhaya yazdırılmış olan asıl antlaşma ne yazık ki, şimdiye kadar ne Anadolu'da ne de Mısır topraklarında ele geçmedi.
Fakat, aynı metnin kil bir tablet üzerindeki kopyasının başkent Hattuşa'daki arşivlerde bulunması sayesinde, antlaşmanın ayrıntıları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Antlaşma şu sözlerle başlıyor:
Kral, Hatti ülkesi kralı, kardeşi Hattuşili ile, Mısır ülkesi ve Hatti ülkesi için büyük bir barış ve büyük bir kardeşliği ebediyyen kurmak üzere gümüş bir tablet üzerinde akdettikleri anlaşmadır. Mısır ülkesi kralı Büyük Kral Minmuare-a'nın (I. Sethos) oğlu, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Minpahtarea'nın (I. Ramses) torunu, Re-amasesa Mai Amana, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı, tüm ülkelerin kahramanı; Hatti ülkesi kralı, Büyük Kral, kahraman Şuppiluliuma'nın torunu, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, kahraman Murşili'nin oğlu, Büyük Kral, Hatti Ülkesi kralı, kahraman Hattuşili'ye şöyle söyler: Bak! Mısır ülkesi ve Hatti ülkesi arasında iyi bir barış ve iyi bir kardeşliğin ebediyyen kurulması için, bizim aramızda iyi kardeşliği ve iyi barışı ebediyyen kurdum".
Metnin Karnak ve Ramaseum tapmaklarının duvarlarında bulunan Mısırca versiyonu, savaşın Mısır'a daha fazla kazanç sağladığını gösterecek biçimde değiştirilmiş.
İki kralın eşit unvanlar taşımasına dahi hoşgörüyle bakılmamış; firavundan "Mısır'ın Büyük Egemeni" diye söz edilirken, Hitit kralı ise "Hatti Prensi" olarak niteleniyor...
Oysa antlaşma tümüyle eşitlik temeli üzerine kurulmuştu. Her iki ülkenin egemenleri kendilerini kardeş sayıyor ve barışın sonsuz olacağını vurguluyorlardı.
Yalnız kendileri değil, çocukları da kardeş olmuşlardı ve iki taraf da herhangi bir çıkar için savaşmamaya söz veriyorlardı. Ayrıca, onlardan birine düşmanlık eden, diğeri için de hasım sayılacaktı.
Bu antlaşma gerçekten de kalıcı oldu...
Ve iki ülke arasında, Hititler tarih sahnesinden çekilinceye kadar, bir daha düşmanlık yaşanmadı. Mısır tehlikesi de bu antlaşma ile ortadan kalkmıştı.
Fakat değişen güç dengeleri, Hatti ülkesine yeni bir rakibin ortaya çıkmasını sağladı. As-sur Kralı I. Adad-Nirari, Hitit kralları II. Muvattalli ve III. Murşili (İÖ 1282-1275) dönemlerinde Fırat'ın doğusunda askeri seferler yapmış ve önemli ölçüde geniş bölgeleri kontrolü altına almıştı. Bu yeni tehlike belki de, Hititler'i Mı sır ile barış yapmaya zorlamıştı.
Olasılıkla III. Murşili tarafından Assur kralına yazılmış bir mektup, Assur'un bu toprak kazanımlarınm bir ara büyük bir gerginliğe neden olduğu ancak bunun uzun sürmediği ve söz konusu toprakların yeniden Hitit egemenliğine döndüğü anlaşılıyor.
III. Murşili'nin Assur kralına yazdığı mektup aralarındaki çatışmanın kendisine olan güvenini pek sarsmadığını gösteriyor:
Kralın bu yüksekten atmasına karşın, Assur Kralı Salmanassar döneminde durum Hatti için ciddileşti.
Mezopotamya'da dengeyi sağlayacak arayışlar içine giren ve Babil ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan Hattuşili, "Kardeşim" diye hitap ettiği Babil Kralı Kadaşman-EnliPe yazdığı uzun bir mektupta Hatti ile Babil arasında yapılacak bir güç birliğinin her iki tarafa getireceği avantajlardan söz ediyor.
Assur kralı Salmanassar'ın ardılı I. Tukul-ti-Ninurta'nın egemenliğinde Hatti'ye karşı saldırıların arttığı görülüyor. Hatti kralı IV. Tuthaliya (İÖ 1250-1220), bu Assur kralına tahta geçişini kutlamak üzere gayet dostane bir üslupla bir mektup yazmış ve o da aynı biçimde yanıt vermişti.
Fakat gerçek siyaset bu mektuplarda kullanılan dostça ifadelerin aksine gelişmiş, Tutha-liya'nın "kardeşim" diyerek, kendine eşit saydığını gösterdiği Assur Kralı, Fırat'ın doğusuna saldırarak, buradan İç Anadolu'ya giden yolları ve Ergani'deki bakır madeni gibi hammadde kaynaklarını kontrol altına almıştı.
Diplomasinin çekili kılıçlar karşısında çaresiz kaldığını gören Tuthaliya, kendi müttefiki Amurru devleti topraklarında, Assur'a karşı bir ticaret ambargosu uygulatarak intikam almaya çalışmıştı. Amurru ile yapılan antlaşmada Hatti kralı, Assur'dan ilk kez açıkça "düşman" olarak söz ediyor. Bir dizi karşılıklı suçlamadan sonra, iki ülkenin askeri güçleri Nihriya'da savaşa tutuştu. Tukulti-Ninurta büyük bir zafer kazanmakla övünmüştü.
Ancak, Fırat'ın batısında yer alan Hitit topraklarına girmeye cesaret edememişti.
Bunun üzerine Assur kralı, Hitit içlerine girmektense Babil'e yöneldi ve böylece Hatti ülkesi üzerindeki baskı azaldı.
Bu arada Assur'un kendi içinde çıkan huzursuzluklar da Hatti ülkesine bu yönden gelen tehlikenin ortadan kalkmasına yardımcı oldu...
Kuruluş döneminde Hitit Devleti tüm eski Önasya'daki tek iyi organize güçtü. Hitit orduları, I. Hattuşili ve ardılı I. Murşili'nin egemenlik zamanlarında, kendileriyle başa çıkabilecek başka bir güç olmadığından Babil'e kadar gidebilmişlerdi.
IV. Tuthaliya döneminde ise, Hatti yanında doğuda üç devlet daha aynı güç ve etkinlik düzeyinde bulunuyordu: Assur, Babil ve Mısır.
EGE'NİN KARŞI KIYISI Hatti kralı IV. Tut-haliya ile Amurru kralı Şauşgamuva arasında yapılan antlaşma metninde, kendisi ile eşit statüde saydığı kralları sıralarken, Tuthaliya, Mısır firavunu ve iki Mezopotamya kralı yanında dördüncü bir eşit olarak Ahhiyava kralını da anıyor. Ancak bu sonradan katip tarafından kazınarak, silinmiş. Kralın emri ile yapılmak istendiği tahmin edilen bu düzeltmeye rağmen, kazınan yerde hâlâ Ahhiyava adı okunabiliyor.
Bugünkü bilgilerimize göre, Ahhiyava, Ho-meros destanlarında geçen Akhalar'ın ülkesi. Başkenti Miken ya da Tebai olan bu ülke Yunanistan anakarasında yer alıyordu. Ahhiyava, Ege'nin karşı kıyısında Anadolu sahillerinde bazı köprü başlarına sahipti. Bunlardan biri de Milavanda'ydı (Milet/Miletos).
Hitit belgelerinde Ahhiyava adı daima Ar-zava Ülkeleri'yle birlikte anılıyor. Bu ülkeler, Mira, Kuvaliya, Hapalla, Şeha gibi bölgelerden oluşuyor ve başkenti de antik Efesos/Efes ile eşitlenen Apaşa.
Hitit tarihi, Eski Hitit (İÖ 1650-1500), Orta Hitit (İÖ 1500-1380) ve Büyük İmparatorluk Dönemi (İÖ 1380-1200) olmak üzere üç ana bölüme ayrılıyor...
Hitit devleti henüz imparatorluk dönemine girmeden önce; II. Tuthaliya (İÖ 1450-1420) ve I. Arnuvanda (İÖ 1420-1400) dönemlerinde, Arzava ülkesi ile Hatti ülkesi arasında bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak başlayan ve Büyük İmparatorluk'un kurucusu I. Şuppi-luliuma'nın zamanında süren sürtüşmeler, II. Murşili'nin krallığı sırasında artan bir saldırganlığa dönüştü. Bu ülkeler kuzeyde Vihışa'dan (Homeros destanlarındaki İlios), güneydeki Lukka'ya (klasik çağın Lykia'sı) kadar, Anadolu'nun tüm Ege kıyılarını ve İç Batı Anadolu'yu kapsıyordu.
Kıyıya yakın Lazpa (Lesbos/Midilli) Adası dahi Arzava'nın siyasal etki alanındaydı. Bu coğrafyadaki her türden çatışma, Hatti ülkesinin tümünü olumsuz yönde etkiliyordu.
Bu nedenle, II. Murşili, uzun egemenlik süresinin daha başlangıcında askeri gücü ile Arzava sorununu çözmek istedi. Birleşik bir Arzava'nın getireceği tehlikelere yeniden katlanmak istemediği için, mağlup ettiği düşmanı yukarıda adı geçen bölgelere göre böldü ve her bi rinin başına kendisine bağımlı birer kral atadı.
Buna karşın 1200 yılı dolaylarında Hitit İmparatorluğu yıkılana kadar bu bölgede sorunlar bitmek bilmedi. Arzava'ya ilişkin her problemde Ahhiyava'nın parmağı vardı. Örneğin Ahhiyava kralı Attarşiya tarafından ülkesinden kovulan Madduvatta adlı bir kişi buraya kaçıp sorun yaratıyordu ya da Ahhiyava kralının akrabaları olan ve çift taraflı ajan gibi davranan Piyamaradu ve Tavagalava adlı kişiler, Batı Anadolu'da Hitit egemenliği altındaki bölgelere saldırıyordu.
Peki Ahhiyava kralını Anadolu'nun içişlerine karışmaya iten neydi?
Hitit krallarının Arzava seferleriyle ilgili yazdıklarına göre, bu savaşlarda elde ettikleri ganimet genellikle zengin sığır ve koyun sürülerinden oluşuyordu. Kıyıya dik inen dağlar arasında uzanan ovalar, Hititler döneminde de verimliydi. Tarım ürünlerinin ve hayvan varlığının bu zenginliği, bundan yoksun Ahhiyavalılar'ın buraya duydukları ilginin bir nedeni olabilir.
Ayrıca, Ahhiyava'nın Assur ile ticari ilişkileri bulunuyordu ve bu ticaret, Kuzey Suriye'deki Hititler'e bağımlı Amurru devletinin limanlan üzerinden gerçekleştiriliyordu.
Hitit döneminde de gerek kara yoluyla, gerek deniz yoluyla doğu-batı arasında canlı bir ticaretin varlığı ve ticaretin devletlerarası ilişkilerdeki önemi biliniyor ama ne yazık ki bu konuda elde fazla sayıda yazılı belge yok. Anlaşılan, Hattuşa'daki merkezi otoriteye karşı kışkırtılan Arzava ülkeleri nedeni ile Hitit devleti zayıflatılıp, Kuzey Suriye'deki ticaret yolları üzerindeki Hitit kontrolünün kalkması ve böylece Assur ile doğrudan ticari ilişki sağlanması amaçlanıyordu.
Belgelerden öğrendiğimiz, ancak ayrıntılarını bilmediğimiz bir olay bu konuya açıklık getiriyor:
Ahhiyava kralı Attarşiya, eski düşmanı Madduvatta ile birleşip, Alaşiya/Kıbrıs adasına saldırmıştı. Bu, Ahhiyava'nın Doğu Akdeniz'de ticaret yollarını ele geçirmek için ne büyük bir hırsla hareket ettiğini gösteriyor. Hititler'in ulaşamadığı denizaşırı bir ülkede yaşayan Ahhiyava kralının asıl amacı, maşa olarak kullandığı Arzava'nın Hititler'e karşı kesin bir zafer kazanmasıydı; böyle bir durumda Ahhiyava tüm Önasya'da çok güçlü bir konuma gelebilirdi.
COĞRAFYA'NIN ÜRÜNÜ Hitit İmparatorluğu, İÖ 2. binyılın dünyasındaki beş büyük devletten birini oluşturuyordu, diğer ikisi yüksek kültür ülkeleri olan Assur ve Babil'di ve Batı Asya'da Arap Yarımadası'nın kuzey ve kuzey-do-ğusunda yer almaktaydı. Mısır ise, Afrika'nın tek yüksek kültürünü yaratmıştı. Günümüz Batı uygarlığının ana kaynağı olan Ahhiyava ve bu coğrafyadaki ardılları, Avrupa'nın en doğusundaki bir yarımada üzerinde yer alıyordu.
Hititler'in ülkesi Anadolu ise zamanın uygar dünyasını meydana getiren bu ülkelerin tam merkezinde bulunuyordu. Tüm bu ülkelerle Hatti ülkesi arasında gelişen siyasal, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkiler Hititler'e çok şey kattı. Diğer ülkelerin de Anadolu ile olan karşılıklı ilişkilerinden elde ettikleri, Hititler'in kazancından daha az değildi.
Tüm bu ülkeler arasında maddi ve yazılı kültür bakımından önemli etkileşimler oldu. Ancak bunların bir özetini vermek bile bir kitabın konusu olabilir.
Hitit sfenkslerinin başlarındaki Mısır'dan alınma hathor biçemi, piramitleri anımsatan Boğazköy Yerkapı'daki eğimli taş döşeme, Mezopotamya kökenli Hitit çiviyazısı, Hitit İm-paratorluğu'nun diplomasi dili olan Akkadça, Hitit askerlerinin Miken kökenli miğfer ve kılıçları... Bu örneklerin tümü, Hititler'in çevresindeki kültürlerden ithal ettiği etkiler arasında önemli yer tutuyor.
Yunan tanrılarının niteliklerindeki doğu öğeleri ve Miken'de kullanılan Linear-B yazısının Sümerler'in icad ettikleri kil tabletler üzerine yazılması da kültürlerin birbirlerini nasıl etkilediğinin bir belirtisi.
Yalıtılmış kültürlerin yüksek kültürler haline gelemeyecekleri, gelişmek için etkileşime açık konumlarda bulunmanın gerektiği, antropologların eskiden beri bildikleri bir kuraldır.
Tarihçi F. Braudel, "tarihi, coğrafi özelliklerin değil, onları keşfeden ve kullanan insanların yaptığı"nı söyler. Buna karşın Hitit kültürünün çevresi ile kurduğu bütün ilişkileri sağlayan, Anadolu'nun konumudur. Bu açıdan, Hitit uygarlığının üzerinde yeşerdiği toprakların coğrafi koşullarının ürünü olduğunu söylemek, yanlış olmaz.
(*) İÜ. Edebiyat Fakültesi Hititoloji Anabilim Dalı Başkanı
STRATEJİK BİR BAŞKENT: ŞAPİNUVA
Binaların duvar sıvalarına basılmış Kraliyet mühürleri, Büyük Kral yazılı malzemeler, Hitit Büyük Kralı ve Kraliçesine hitaben yazılmış tabletler...
Çorum'un 53 kilometre güneydoğusundaki Ortaköy'de yüzey araştırmalarımız sırasında bulduğumuz ve 1990'da haşlattığımız kazılarda ortaya çıkan her buluntu bizi Hititler konusunda yepyeni bir gerçeğe götürüyordu: Hititler'in Hattuşa (Boğazköy) dışında bir başkenti daha vardı: Şapinuva (Ortaköy)...
Bugüne kadar yapılan belirlemelere göre, yaklaşık 9 kilometre kare büyüklüğünde, idari bölgesiyle beraber ise büyük bir coğrafyaya yayılan başkentte, çok önemli buluntuların yanı sıra çiviyazılı arşivlerin keşfedilmesi, arkeoloji çevrelerinde büyük heyecanla karşılanmıştı.
Şehrin büyüklüğü, korunaklı oluşu, anıtsal yapıların yapımı için gerekli zengin orman dokusu, Hitit Büyük Kralı'nın devlet merkezini buraya taşımasının nedeni olmalıydı.
Eldeki belgeler, İÖ 14. yüzyıl sonlarından itibaren Şapinuva'nın idari öneminin arttığını, devlet merkezi görevini üstlendiğini gösteriyor.
Şapinuva'yı önemli kılan özelliklerin başında konumu geliyor. Kent, doğu-batı hattında işleyen Kelkit/Yeşilırmak doğal yolunun yarattığı ticari potansiyelden olabildiğince yararlanmış olmalı; çünkü yolun Orta Anadolu bozkırına açıldığı stratejik bir noktasında yer alıyor.
Bir ticaret yolunun yarattığı alışveriş imkânları Şapinuva'nın yeni bir dünyayı tanımasını sağladığı gibi dünyanın da bu şehri tanımasına neden oldu. Şapinuva o dönem, seri üretim kalitesine sahip, zengin çeşitlilikteki son derece gelişmiş ürünleri ile dikkat çekiyordu.
Yaşadıkları çağın en önemli ürünlerinin başında gelen çanak-çömlek yapımında Şapinuvalı ustalar en tepe noktaya çıkmışlardı.
Kazılarda ortaya çıkarılan, kalınlığı bir milimetre olan tabaklar mükemmel üretim kalitesi ile dikkat çekiyor.
1-2 ton malzeme alabilecek kapasitede olan çok sayıdaki küpün varlığı ise kentin zenginliğinin en önemli göstergelerinden biri.
Şapinuva'yı dünyaya tanıtan diğer bir konu da dinsel önemi. Hitit ve Hititler'i etkileyen Hurri dünyasında insanların tanrılara daha yakın olabildiğine inandığı, tanrılara kutlamaların yapıldığı kutsal yerler bulunuyor. Ancak Şapinuva'nın yeri bütün bu yerlerden daha önemli olmalı.
Çünkü her türlü "hastalığın, zararın ve felaketin kaynağının insan ve insanlığın yaptığı kötülükler olduğu bu dünyada" temizlenmek, arınmak için yapılması gereken işlemlerin başında, Şapinuva'da üretilen ve oradan gelen itkalzi kutsal metinlerinin okunması, ağzın temizlenmesi geliyor.
Boğazköy metinlerinde geçen, "bu önemli kutsal kil kitaplarının Şapinuva ülkesinden getirildiği" yolundaki ifadeler, bu kentin ne denli önemli bir kutsal merkez olduğunu gösteriyor. Bir kentin dinsel yönden bu kadar önemli, vazgeçilmez olması ise az rastlanan bir olgu.
Şapinuva'nın stratejik bir noktada yer alması onu Hititler'in önemli askeri merkezlerinden biri yapmış. Bir anlamlandırmaya göre, askeri vali diyebileceğimiz görevli de burada yaşıyor.
Anlaşıldığı üzere Şapinuva bir garnizon kenti. Bir kraliyet mektubunda Büyük Kral, ordusunu Şapinuva yakınlarında yerleştirdiğinden bahsediyor. Bu kentin bir başka özelliği ise iklimi.
Kentin hemen yakınlarından geçen Çekerek Nehri vadilerinde iklim tam bir mikroklima özelliği gösteriyor.
Kışın kar yağsa da pek yerde kalmıyor. Bugüne kadar binlerce Hititçe ve Hurrice yazılı belgenin bulunduğu Şapinuva/Ortaköy'deki bilimsel çalışmalar oldukça yeni. Bununla birlikte 12 yıllık çalışmalar süresince kentte çok güzel ve özgün mimarileri ile çok sayıda anıtsal yapı keşfedildi ve koruma altına alındı...
—Prof.Dr. Ay gül SÜEL —Dr. Mustafa SÜEL
SAVAŞ SANATI
Ekonominin önemli ölçüde savaş yoluyla elde edilen ganimetlere bağlı olduğu dönemlerde ve ülkelerde savaş sanatı da doğal olarak büyük önem taşıyordu. Savaş sanatını ilerletebilen devletler, diğer devletlere üstünlük sağlayarak, kendi tarihlerini olumlu bir şekilde yönlendiriyorlardı.
İÖ 2. binyılın ikinci yarısında Önasya'da bir dünya gücü haline gelen Hititler de, teknolojik ve stratejik yönden savaşa önem vermiş ve bu sayede rakip ülkeler üzerinde üstünlük sağlamıştı.
Hitit kaynakları, kara savaşlarının deniz savaşlarından daha büyük önem taşıdığını gösteriyor. Fakat bu savaşlar, Anadolu'nun coğrafyası ve iklimi nedeniyle sadece yaz aylarında yapılabiliyordu. Geri kalan zamanlarda ise yollar bir ordunun hareket etmesi için uygun değildi.
Hitit askerleri yakın dövüş için çoğunlukla tunçtan yapılmış kılıç, kargı/mızrak ve balta kullanıyordu. Gümüş ya da altın gibi değerli metaller ise, sadece kültsel silahlar için kullanılıyordu.
Uzaktan kullanılabilecek saldırı silahı olarak mızrağı saymak mümkün olsa dahi, asıl önemli silah yay idi. Hitit askerleri kendilerini savunmak için miğfer, kalkan ve vücudu koruyan zırhlı giysiler giyiyordu. Boğazköy/Hattuşa kazılarında vücudu koruyan zırhlara ait çok sayıda küçük metal levhacık da ortaya çıkarıldı.
Hitit dönemi savaş sanatında savaş arabaları da çok önemli bir yer tutuyor. Savaş arabaları sayesinde düzenli bir orduya hızlı bir şekilde saldırmak mümkün oluyor ve böylece ani baskınlar yapılabiliyordu. Kadeş Savaşı'nda Hitit ordusu, zaferi sadece arabalı askerlerle elde etmiş, ordunun asıl gücünü oluşturan yaya askerler ise, savaşa hiç katılmamıştı. Ancak bu teknoloji sadece düz arazide hedefine ulaşıyordu. Bu nedenle yoğun olarak Mezopotamya'da kullanıldığı düşünülebilir.
Hitit kaynaklarında deniz savaşlarından ise oldukça az söz ediliyor.
Kaynaklar Hititler'in özel savaş gemilerine sahip olmadığını gösteriyor. Boğazköy'de bulunan bir çivi/azılı metne göre, Alaşiya (Kıbrıs) gemileri Hitit donanmasına karşı üç kez savaşmış ve Hitit donanması tarafından batırılmıştı.
Savaşın önemli bir diğer öğesi de stratejiydi. Hitit kaynakları, bu yönden oldukça zengin. Özellikle Hitit kralı II. Murşili'ye ait annaller (yıllıklar), bu konuda önemli bilgiler içeriyor.
Örneğin batı seferinde, II. Murşili, Puranda'ya kaçan düşmanını önce orada kuşatmış, sonra bu dağlık bölgeyi besleyen su kaynaklarını kesmiş ve kuşattığı düşmanını susuz bırakarak yenmeye çalışmıştı. Bir başka metinde ise kuşatmada "koç başı" ve "dağ" adı verilen araçların kullanıldığından söz ediliyor. Bu şekilde, İÖ 2. binyılın ikinci yarısında kuşatma teknikleri hakkında, birinci ağızdan bilgiler edinebiliyoruz.
Savaşta düşmanını şaşırtabilen komutan, savaşı büyük ölçüde kazanmış sayılır... Hitit metinlerinde gece baskınlarından, gizlice yapılan gece yürüyüşlerinden, sahte geri çekilmelerden ve düşman hareketlerinin izlenmesinden de söz ediliyor.
Savaşı kazanmak için başvurulan bir başka strateji ise, Kadeş Savaşı'nda Hititler tarafından kullanılmış. Mısır kaynaklarından öğrendiğimiz bu savaşın öncesinde, ordusuyla yürüyüş halinde olan II. Ramses, kendi ordularından Mısır ordusuna geçmek isteyen iki Hitit askerini tutukluyor...
Göründüğü kadarı ile, bu iki Hitit askeri, Mısır firavununa yanlış bilgiler aktarmak amacıyla gönderilen Hitit ajanları.
Firavuna, Hitit ordusunun uzakta ve korku içinde olduğu söyleniyor. Kendini bu nedenle daha da güvende hisseden firavun ise, çok geçmeden baskına uğruyor ve Hitit ordusuna karşı yeniliyor.
Hitit metinlerinde fethedilen kentlerin sıkça yakıldığı, teslim olan kentlerin ise bağışlandığı da anlatılıyor. Kentin ya da ülkenin tüm değerli eşyaları ise savaş ganimeti sayılıyor.
Bunların başında büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar ile sivil esirler de var. Ayrıca metinlerde bu ganimetlerin başkent Hattuşa'ya taşındığı da kaydediliyor.
Çiviyazılı belgelerden Hitit ordusunda görevli subayların bazı rütbeleri de biliniyor. Bunların arasında "muhafızların başı", "şarap büyüğü", "onbaşı", "atların beyi", "arabalı savaşçıların başı" gibi unvanlar yer alıyor. Ve tüm bu terimler, Hititler'in oldukça düzenli bir orduya sahip olduğunu düşündürüyor.
Metin Alparslan
HİTİT YASALARI
“Eğer bir adam…” ve "Eğer üzüm bağları..." Bu sözler, 100'er maddelik iki seriden oluşan Hitit yasalarının her bir serisinin başlangıç cümlelerini oluşturuyor.
Hitit yasaları Eski Hitit Devleti döneminde adı verilmeyen bir kral tarafından örf ve adet hukuku ve mahkeme kararlarına dayanılarak yazdırılan bir yasa derlemesiydi ve çeşitli dönemlerde kopyaları yapıldı. Eski Onasya'nın diğer yasalarında olduğu gibi Hitit yasalarında da suç eylemleri tek tek ele alınarak maddeler halinde sıralanmıştı. O devirde henüz genelleştirilmiş hukuk kuralları olmadığı için bu yasalarda örneğin, soyut bir hırsızlık kavramı da kullanılmıyordu. Çal nabilecek her şey sayılarak her biri için ayrı cezalar saptanırdı. Bazı maddelerde görülen "evvelce şöyle yapılırdı, şimdi ise böyle yapılır" ifadeleri, elimizdeki ilk nüshanın da daha önceki bir yasanın reforma uğramış şekli olduğunu düşündürüyor. Bu, olasılıkla sözlü gelenek yasasıydı. Çünkü daha sonra öngörülen değişiklikler, ceza indirimleri, ölüm cezalarında kısıtlamalar ve işkence ile öldürmenin kaldırılması gibi daha insancıl yaklaşımlar olarak karşımıza çıkıyor.
Kazılarda bulunan tabletler Hitit yasalarının tümünü yansıtmaktan uzak; daha çok ceza ve medeni hukukla ilgili maddeler içeriyorlar.
Hitit yasalarının önemli özelliklerinden biri de Assur, Babil ve İbrani yasalarında geçerli olan kısasa kısas uygulamasına hiç yer vermemesi. Örneğin, Babil kralı Hammurabi'nin yasalarına göre "birinin gözünü kör edenin gözü kör edilir" iken, Hitit yasalarında bu suçlar için yalnızca tazminat öngörülüyor. Tazminat, mağdur tarafın kin ve intikam duygularının tatmin edilmesi yerine zararının karşılanmasına yönelik akılcı bir ceza yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Hitit yasalarında adam öldürme suçlarına dahi tazminat cezası öngörülüyor.
Bu, suçun niteliğine göre belirlenen miktarlarda gümüş, mal, hayvan ya da köle (yoksa aileden biri) olabiliyordu. Sakatlama cezaları ancak kölelere uygulanıyordu. Ender görülen ölüm cezası ise kralın ve yargıç görevi yapan yüksek memurun yargılarına karşı gelmek, ensest, zina, tecavüz, kara büyü yapmak gibi durumlarda devreye giriyordu. Adam öldürmede ise suçun isteyerek ya da kaza ile işlenmesine göre ceza belirleniyordu. O dönemde hapishaneler ancak zanlıyı soruşturma aşamasında tutuklu olarak bulundurmak için kullanılıyordu. Bu nedenle hapiste bekleme süresi de dava sürecine bağlı oluyordu. Yasalarda suçun bireysel olduğu, yalnızca suçlunun cezalandırılmasından anlaşılıyor. Buna karşın, kralların devlet görevlileri için yazdırdıkları yönetmeliklerde sık tekrarlanan ölüm cezası tehditleri bazen suçlunun tüm ailesini de kapsıyor. Bu sertliğin nedeni ise kralın ve dolayısıyla devlet -otoritesinin korunmasına verilen önem. Yasaların eski versiyonundaki bazı maddelerde görülen bir uygulama günümüzdeki haciz uygulaması ile benzerliği nedeniyle dikkat çekiyor. Bu hukuki durum yasalarda parnaşşea şuwayezzi "bunun için onun evine bakar" (yani, suçlu tazminatı zamanında ödemezse mağdur taraf, onun evindeki mal varlığından zararını karşılayabilir) ifadesiyle belirtiliyor. Bu deyim eskiden yanlış olarak "onu (suçluyu) evine iter" (yani suçlu tazminatı ödeyince serbest bırakılır) şeklinde yorumlanıyordu. Yasaların aile hukuku ile ilgili maddeleri Anadolu'nun kırsal kesimlerinde hâlâ süregelen bir geleneğe benzeyen bir aile yapısının varlığını gösteriyor: Evliliğe kızın ailesinin karar vermesi, söz ve nişanlanma süreçleri, erkeğin kızın ailesine başlık ödemesi, kızın da karşılık olarak çeyiz getirmesi gibi...
Hititler'de, zina yapan kadının cezası ise ölümdü. Karısını bir erkekle yakalayan kocanın onları öldürme hakkı vardı. Ancak, karısını kralın mahkemesine götürüp "karım ölmesin" diyerek affedilmesini sağlamak da kocanın isteğine bırakılmıştı. Bir adamın, oğlunun sağlığında geliniyle ve kardeşinin sağlığında onun karısı ile cinsel ilişkide bulunması yasaklanmıştı. Bir erkeğin ölen oğlunun veya kardeşinin karısını eş olarak alması ise serbestti.
Prof.Dr. Belkıs Dinçol
HİTİT MİTOLOJİSİ: BATI KÜLTÜRÜNÜN KAYNAĞI
Yaklaşık 4000 yıl öncesine ait bu öykü, Boğazköy kazılarında Hititçe olarak bulunan Zalpa öyküsünden bir bölüm. Hint-Avrupa kökenli bir anlatım olan öykü, Hititler'in Anadolu'ya gelişleri hakkında ipuçları vermesi nedeniyle, diğer mitolojik anlatılardan farklı bir değere sahip. Bu anlatıda olduğu gibi, çocukların bir ırmağa atılması, sonra tanrılar tarafından bulunup büyütülmesi, Önasya mitolojilerinde sık karşılaşılan bir motif. Bu tür öykülerde genellikle toplumun alt tabakasından gelen ve sonra bir lider, yönetici olarak ortaya çıkan kişilerin soyları gizlenerek, onlara bir gizem ya da tanrısallık kazandırılmaya çalışılıyordu...
Anadolu'da, İÖ 2. binyılda merkezi bir güç olarak karşımıza çıkan Hititler'in edebi ürünleri, Mezopotamya ile Eski Yunan uygarlıkları arasında adeta bir köprü işlevi görüyor. Hititler'in kendi öğelerini taşıyan mitolojileri olduğu gibi farklı etnik kökenlere mensup mitolojileri de vardı. Hititler Me-zopotamyalı toplumlarla kıyaslandığında, daha prag-matikti ve günlük yaşamın getirdiği sorumlulukları ön planda tutardı. Bu nedenle Hititler'de ortaya çıkan, dünyanın yaratılışı gibi soyut düşünmeyi ve sorgulamayı gerektiren edebi ürünlerin hemen hepsinin kökeni, Mezopotamya'ya dayanıyordu.
Boğazköy'deki buluntular, mitolojilerin Hititli kâtipler tarafından Sümerce ve Akkadça'dan Hititçe'ye çevrildiğini, bazılarının da çift dilli olarak korunduğunu gösteriyor. Hititler bu mitolojileri Hititçe'ye çevirmekle birlikte, bir anlamda, kendi dillerini iyi bir şekilde kullanarak, bir edebiyat ürününü canlandırma ve yaşatma görevini de üstleniyor.
Hatti kökenli olan İlluyanka Öyküsü, Telipi-nu'nun Kayboluşu, Kamruşepa Öyküsü bunlardan sadece birkaçı. Hurri kökenli Hedammu Mitolojisi, Ullikummi Mitolojisi ile Avcı Keşşi'nin hayatını anlatan bir masal ve Appu adlı bir adam ile oğulları; İyi ve Kötü'nün öyküsünü içeren masal da dikkate değer edebi ürünler arasında. Mezopotamya kökenli olan Gılgamış Destanı ise, bunlar arasında en tanıdık olanı.
Hurri kökenli olanlardan en ilgi çekeni ise Kumarbi Efsanesi. Bu efsane, adını, anlatıda geçen Tanrıların Babası Kumarbi'den alıyor. Gökyüzü Krallığı olarak da adlandırılan bu mitoloji, tanrılar arasındaki mücadeleyi konu alıyor:
Kumarbi Efsanesi ile Eski Yunan'da Hesiodos' un Theogonia adlı eseri arasında bazı paralellikler görülüyor:
Tanrıların doğuşunu, tanrı soylarının ve kuşaklarının birbirini izleyip gelişmelerini anlatan Theogon'h o'daki tanrılar, hiyerarşik olarak Uranos, Kronos ve Zeus'tur. Uranos gibi Anu da "gök" anlamına geldiğinden her ikisini eşitlemek mümkün. Uranos ile mücadele eden tanrı Kronos ise, Kumarbi ile eşitlenebilir. Kronos ve Uranos arasındaki savaşta da, Anu ve Kumarbi arasında olduğu gibi^erkekliği-ni yitirme motifi işlenmiştir. Fırtına Tanrısı olarak karşımıza çıkan Zeus ise, Teşup ile eşittir.
Hitit edebiyatı ile Eski Yunan edebiyatı arasındaki benzerlikler bu kadarla da kalmıyor:
Alalu, Anu ve Kumarbi'den sonra, Gökyüzü Krallığı'na Teşup geçer. Ancak bunu sindiremeyen Kumarbi, yarattığı bir canavar yardımıyla, egemenliği tekrar ele geçirmek ister. Bu canavar da Eski Yunan Mitolojisi'nde tanrı Zeus ile mücadele eden Typhon ile eşittir. Bazı antik yazarlar Typhon'un, büyük bir kaya olduğunu söyler. Bu durum ise Hitit mitolojisinde geçen Ullikummi ile eşitliğini sağlar. Ullikummi Mitolojisi'nde Kumarbi, Teşup'u alt etme planlarını şöyle anlatır:
(Ubellu-ri, Eski Yunan Mitolojisi'nde dünyayı sırtında taşıyan bir devdir).
Bazı antik yazarlara göre dört başlı ve yılan gövdeli bir canavar olan Typhon da, Hatti kökenli mitolojik kahraman İlluyanka ile benzerlikler taşır. Eski Yunan Mitolojisi'ni etkileyen unsurların oldukça fazla olduğu bu mitolojiler, Sümer ve Babil'den Hurriler aracılığı ile Hititler'e geçmiş, onlardan da batı dünyasına, yani Eski Yunan'a aktarılmıştır.
Meltem Doğan Alparslan
SURLARLA ÇEVRÎLİ BAŞKENT: HATTUŞA
IO 1650-1600 villanda yeni kurulan Hitit devletine başkent olan Hattuşa, başlangıçta yaklaşık 76 hektarlık bir alanı kaplıyordu. Devletin güçlenmesine paralel olarak kent, güneydeki kayalıklı, engebeli araziye yayılarak yaklaşık 6,5 km. uzunluğunda yeni bir surla çevrildi ve böylece kentin boyutu 2,5 kat arttı.
Kulelerle donatılmış olan kent suru, sarp ve dışarıdan ulaşılamaz kayalıklar üzerinden bile geçerek görkemli bir şekilde koruma işlevini üstleniyordu.
Hitit yontu sanatının en güzel örnekleri kente girişi sağlayan anıtsal kapılarda görülebilir. Güney ucuna yerleştirilmiş, bugün Yerkapı olarak adlandırılan, yüzü kireçtaşı döşemeyle kaplı yapay sırt, kentin en görkemli kalıntılarından biri (üstte). Yerkapı, keskin köşeli simetrik planıyla, Hitit mimarisinde özel bir konuma sahip. Sur burada yapay sırt üzerinden geçiyor ve buradaki Sfenksli Kapı kente geçit veriyor.
Yapay sırtın altından geçen 71 metre uzunluğundaki -bugün de içinden geçilebilen Potern adı verilen tünelin de dahil olduğu- bu anıtsal kompleksin, her iki yanından yukarıya kolayca ulaşmayı sağlayan merdivenlerden de anlaşılacağı gibi, savunma stratejisiyle ilgili olduğu düşünülmüyor. Hattuşa, ülkenin hem idari hem dini başkentiydi. İdari merkez bugün Büyükkale adı verilen, sarp bir kayalık üzerine kurulu saraydı. Topografik yapısı ve etrafının ayrı bir surla çevrili oluşu, sarayı kentin geri kalan bölümünden ayırıyordu. Birbirini izleyen dört avlu etrafına dizili yapıların, idari işlevlerinin yanında kral ve ailesinin yaşam alanı olduğu düşünülüyor. Ayrıca saraya ait üç ayrı yapıda çiviyazılı tablet arşivleri bulundu.
Kazılarda açığa çıkarılan 31 tapınak, -ki bunların 27 tanesi Yukarı Şehrin tapınak mahallesi olarak adlandırılan bölümünde bir arada inşa edilmiş-Aşağı Şehirde kentin en büyük dini yapısı olan Büyük Tapınak ve kente yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıktaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı, Hattu-şa'nın dini önemini vurguluyor. Hattuşa'da son yıllarda Hititler'in kentteki ihtiyaç karşılama stratejilerini anlamaya yönelik araştırmalar da yapıldı.
Önce Büyükkaya adı verilen yükselti üzerinde, daha sonra Aşağı Şehirde, Poternli Sur'un arkasında, binlerce ton tahılın onlarca yıl saklanabileceği, havasız depolama prensibiyle işleyen silolar bulundu. Poternli Sur'un arkasındaki siloda 30-35.000 kişinin yıllık gereksinimini karşılayabilecek miktarda tahıl depolanabiliyordu. Ülkede herhangi bir nedenle oluşabilecek kriz dönemlerinde halka yardımı sağlayan bu tür merkezi depolar; kralın gücüne temel oluşturan etkenlerden biri, adeta devlet ha-zinesiydi. Son yıllarda kentin dünyevi gereksinimlerini anlamaya yönelik araştırmalar kapsamında atılan adımlardan biri de, Yukarı Şehrin yalnız dini işlevi olduğu tezini sınamaktı. Bu nedenle 2002'den bu yana Yukarı Şehrin batı kesimindeki Sarıkale kaya kütlesinin önündeki düzlükte yapılan kazı çalışmalarında sivil halkın yaşamış olduğu konutların yanı sıra atölyelerin varlığını gösteren ipuçları da var. Ulaşılan en alt tabakada askeri kullanım olasılığı akla gelen, birbirinin eşi yan yana iki yapı bulundu.
2006'da 100. yılı kutlanacak olan, Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yürütülen Hattuşa kazı çalışmalarında, restorasyon daima önemli bir yer tuttu, böylece örenyeri bir açık hava müzesi niteliğine büründü. 2003-2005 arasında gerçekleştirilen
ve türünün ilk örneği olan rekonstrüksiyon çalışmasıyla, Hitit kent suru aslına uygun şekilde yeni den ayağa kaldırıldı. Deneysel arkeoloji kapsamındaki projenin amacı, Hitit yapı teknikleri ve malzemelerini uygulayarak, gerekli olan iş gücü ve süreyi
saptamak, böyle bir yapının İç Anadolu'nun sert iklimine nasıl dayandığı ve hangi sıklıkta bakım gerektiği gibi sorulan yanıtlamaya çalışmaktı. Böylelikle, ziyaretçilere surun üçüncü boyutu sunularak kentin Hitit dönemindeki etkileyici anıtsal görünümü
gözler önüne serildi.
Dr. Ayşe Baykal Seeher
MÜZİK DANS VE AKROBASİ
Hitit ülkesinde bir düğünde, muhteşem bir ziyafet veriliyor... Müzisyenler, bir sunağın iki tarafında oturan tanrı ve tanrıçanın önünde lir çalıyor. Sağ tarafta orta boy bir lir çalan müzisyene, sol tarafta insan boyundan yüksek ve yerde duran bir lir çalan iki erkek müzisyen eşlik ediyor. Her iki lirin de kol uçlarında hayvan başları var! Az sonra sahnede dans eden iki kadın görülüyor...
İnandıktepe'de ortaya çıkarılan kült vazosunun (sağda) ilk frizi üzerinde yer alan bu ziyafet sahnesi, Hitit döneminde kutsal bir evlilik töreninin ilk sahnelerini betimliyor.
Vazonun üzerinde aşağıdan yukarıya doğru dört frize ayrılmış olarak bu evlilik töreninin farklı sahnelerine yer veriliyor. Vazo üzerindeki ikinci frizin ilk ve son sahnelerinde, lir eşliğinde yapılan içki ve kurban sunma törenleri betimleniyor. Üçüncü frizdeki tören alayında çalpara çalan iki kadın ve bir lir çalgıcısı görülüyor. Dördüncü frizdeki kutsal birleşme sahnesine ise çalpara çalan dört kadın, bir lir ve bir saz çalgıcısı eşlik ediyor. Bunların arasında, iki akrobat ve dans eden bir kadın yer alıyor.
Sungurlu ilçesi Hüseyindede tepesinde bulunan iki vazodan birinde ise tek friz halinde betimlenen dinsel törenin ana temasını müzik ve dans eşliğinde boğa üzerinde yapılan akrobasi oluşturuyor.
Hitit belgeleri halkın gündelik yaşamı hakkında hemen hiç bilgi içermediği için müziğin, Hitit insanının özel dünyasındaki yerini tam olarak bilmek mümkün değil. Buna karşın, resmi devlet dinine ait çok sayıdaki çiviyazılı metinden, müziğin dinsel uygulama alanındaki kullanılışını detaylı bir şekilde öğrenebiliyoruz.
Hititler'de müzik, gerek enstrümantal gerekse vokal olarak dinsel törenlerin özellikle, çok sayıdaki dinsel bayramın ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu. Bu törenlerde sık tekrarlanan, tanrı heykelleri ya da sunakların önünde katı veya sıvı kurban sunulması (et, ekmek vb. gıdalar veya içki sunumu), kral ve kraliçenin tanrılara içmesi gibi eylemler sırasında çalgılar çalınır, şarkılar ve ilahiler söylenir, daha görkemli ve etkili bir ortam yaratılarak tanrıların hoşnut olması sağlanırdı.
Dinsel törenlerin en güzel betimleri Eski Hitit dönemine ait kabartmalı ve boyalı vazolar üzerinde bulunuyor. Bunlardaki müzik sahnelerinde, metinlerde anlatılanlara uygun olarak çalgıcılar, dansçılar ve akrobatlar yer alıyor. Belgeler, Hitit nota sistemi hakkında hiçbir bilgi vermediği için çalınan müzik parçalarının ve şarkıların nasıl seslendirildiği hakkında bir bilgi yok. Yalnızca, kendi-eri ile aynı kültür alanı içinde olan Mezopotamya'da yaratılan yedili ses sistemini kullanmış olmaları olası. Şarkılar, genellikle profesyonel şarkıcılar bazen de diğer görevliler tarafından solo veya koro halinde ve çoğunlukla çalgı eşliğinde söyleniyordu. Bunlar, Hititçenin yanı sıra Luvice, Palaca, Hattice, Hurrice gibi Hititçeyle çağdaş diğer Anadolu dillerinde de olabiliyordu. Dinsel bayram törenlerinin vazgeçilmez bir parçasını da özellikle tanrılar için içki içme sahnelerinde, çalgı ve şarkılara eşlik eden danslar oluşturuyordu. Bunlar, belirli kurallar içinde bazen tek bazen gruplar halinde ve genellikle profesyonel dansçılar tarafından yapılıyor olsa da başka görevliler, yüksek rahibeler ve hatta kraliçeler de dans edebiliyordu. Bazı danslar kurt, köpek, leopar, gibi hayvanların maskelerini takmış dansçılar tarafından yapılıyor ve ritmik olarak bu hayvanların sesleri taklit ediliyordu.
Bazen de müzik eşliğinde sembolik savaş oyunları ve gösteriler sahneleniyordu. Hititler günümüzdeki adlarıyla arp, lir, saz (bağlama), davul, tef, flüt, obua, boynuz, çalpara ve sistrum kullanıyordu. Lir, bayram törenlerinin en gözde çalgısıydı. Büyük ve küçük tipleri olan lir, hem tek olarak, hem de davul, tef ve çalpara ile orkestra halinde çalınır ve sık sık şarkılara eşlik ederdi.
Prof.Dr. Belkıs Dinçol
Eskiçağ insanı, doğadan korktuğu, kontrol edemediği, kendisinden üstün gördüğü varlık ve olayların tanrısal güçler olduğuna inanıyordu. Bunun sonucu olarak sular, gökyüzü, toprak, ay, güneş gibi doğa unsurları ilâhlaştırılıdı. Bu nedenle başlangıçta tüm dinler çok tanrılıydı.
Bu tanrılar, insanlar tarafından kendileri gibi hayal edildikleri için, insan nitelikli özelliklere sahipti. Yiyip içer, aile kurar, kavga ederlerdi; hırs, nefret, sevinç gibi duyguları vardı.
Çok tanrılı inanç sistemindeki tanrılar içinden zamanla biri, "baş tanrı" olarak ön plana çıktı. Bu, tek tanrılı dinlerin temelinin atılmasında bir adımdı...
Hititler'in dini, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin biraraya gelmesi ile oluşmuş bir kültür mozaiğine sahipti. Politik nedenlerle resmi devlet panthe-on'una (tanrılar topluluğu) devletin sınırları içinde yaşayan çeşitli grup ve etnisitelerin tanrılarını dahil ederek, bir bakıma bu farklı toplumları, merkezi otoriteye bağlamayı amaçlıyorlardı. Bu konuda oldukça başarılı olan Hititler, kendilerine ait kültür öğelerinin yanı sıra, tanıştıkları yeni kültürlerden, bünyelerine uygun gördükleri pek çok unsuru da kabul ediyordu.
Kendi tanımlamalarıyla, "bin tanrılı" olmaları, dinlerindeki çeşitliliğin en iyi ifadelerinden biri. Bu sistemlerde bir tanrıyı dayatma olmaması nedeniyle, bir synkretism, yani çeşitli inançların birlikte kutsanması görülürdü -ki bu durum, imparatorluk olmanın getirdiği bir tür hoşgörü sayılabilir.
Hititler'in sahip oldukları resmi tanrılar topluluğunu etnik kökenlerine göre gruplara ayırdığımızda inanç sistemlerinin temelini oluşturan çeşitlilik daha iyi anlaşılıyor: Hint-Avrupalı Tanrılar (Hi-tit-Luvi-Pala), Asianik Tanrılar (Hatti-Hurri-Sü-mer), Semitik Tanrılar (Assur-Babil) ve İndo-Ari Tanrılar (Eski Hint)...
İlk Hitit belgelerinden biri olan Anitta metninde "bizim tanrımız" olarak bahsedilen tanrı Siu (Işık Tanrısı), daha sonra Hititçe metinlerde genel olarak "tanrı" anlamını ifade etmeye başlıyor. "Işıldamak" kökünden gelen Siu, Latince "tanrı" anlamına gelen Deus, Eski Yunanca Theos ve yine Eski Yunan'da baş tanrı olarak bilinen Zeus kelimelerinin Anadolu'daki öncülü...
Tanrılara yiyecek ve içecek vermek, onlara kurbanlar sunmak, dinin gerektirdiği gündelik işlerdendi. Dinsel faaliyetler içinde önemli bir yer tutan bayramlar ise, bunun daha yüksek düzeyde, daha kalabalık bir toplulukla, daha zengin malzemeyle yapılması demekti. Ayrıca kehanet, fal, dua, ölü gömme törenleri gibi daha birçok işlevin eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirilmesi çok önemliydi. Çünkü, Hitit inancına göre tanrılara hizmet ederken yapılabilecek bir hata, tanrıların öfkelenmesine neden olabilir ve bunun sonucunda da ülke zarar görebilirdi.
Bir devlet dini olarak karşımıza çıkan Hitit dininin uygulamalarında, sivil halkın katılımı olmamış. Bu, Hitit dininde uygulamalar söz konusu olduğunda, halka yer verilmediği anlamına geliyor. Örneğin; yılın değişik dönemlerinde düzenli olarak icra edilen ve büyük hazırlıklar sonucu gerçekleştirilen bayram kutlamalarının ayrıntılarıyla anlatıldığı çivi-yazılı tabletlerde, halkın törenlere bir şekilde katıldığı ya da izlediğinden söz edilmiyor.
Farklı etnik kökene mensup toplumların, merkezi Hitit otoritesi altında, kendi dillerinde kendi tanrılarına taptıklarını, Roma dininde olduğu gibi ev tanrıları olduğunu, bu tanrılar için evlerinin bir köşesinde ibadet ettiklerini düşünebiliriz. Ancak bunu destekleyen herhangi bir arkeolojik veriye rastlanılmadı ve bu nedenle İÖ 2. binyıl Anadolu’sunda yaşayan sıradan bir insanın, inanç hayatı konusundaki boşluk doldurulamıyor.
Meltem Doğan Alparslan
|