MERHABA BEN MURAT CAN ŞANLI TARİHİMİZİ ÖĞRENMEK İSTİYORSANIZ DOĞRU YERDESİNİZ... (sitede görünen reklamların sitemizle ilgisi yoktur...)

   
 
  İMPARATORLUĞUN EN UZUN YÜZYILI
Modernleşmeci ve merkezi bir yönetimin temelini oluşturacak nitelikli kadro Bab-ı Ali’nin dış işleri bölümüydü.Reformları dış dünyayı izleyen ve Avrupa’ya karşı ne gibi tedbirlerle ayakta kalınması gerektiğini düşünen memurlar yürütmüştür.III.Selim’den beri Osmanlı İmparatorluğu  Avrupa’nın büyük başkentlerine sürekli elçiler göndermeye başladı.Bu elçiliklerde yetişen gençler reform döneminin yöneticileri oldular.M.Emin Ali Paşa, Keçecizade Fuat Paşa, Safvet Paşa, Ahmet Vefik Paşa dış işleri ofislerinde yetişen sivil bürokratlardandı.
Modernleşmeci ve merkezi bir yönetimin temelini oluşturacak nitelikli kadro Bab-ı Ali’nin dış işleri bölümüydü.Reformları dış dünyayı izleyen ve Avrupa’ya karşı ne gibi tedbirlerle ayakta kalınması gerektiğini düşünen memurlar yürütmüştür.III.Selim’den beri Osmanlı İmparatorluğu  Avrupa’nın büyük başkentlerine sürekli elçiler göndermeye başladı.Bu elçiliklerde yetişen gençler reform döneminin yöneticileri oldular.M.Emin Ali Paşa, Keçecizade Fuat Paşa, Safvet Paşa, Ahmet Vefik Paşa dış işleri ofislerinde yetişen sivil bürokratlardandı.
 Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinen ilk resmi konsolosu (Sehbender) İngiliz lakabıyla bilinen Mahmud Raif Efendi idi.Daha önce Nevşehirli İbrahim Paşa’nın Viyana’ya bir konsolos tayin ettiği biliniyor.Gene ünlü şehbenderlerden İsmail Ferruh Efendi, .( S:126) sonraları Cemiyet-i İlmiyye’de bulundu  ve özellikle kütüphanelerin kurulması  ve eğitimin düzenlenmesi konusunda yararlı oldu.Bab-ı Ali Tercüme Odası ,  II.Mahmud döneminden itibaren Müslümanların yönetimine bırakıldı.1821 Mora ayaklanması dolayısıyla Konstantin Movrouzi Efendi ihanetle suçlanmış , yerine aslen Rum olan Bulgarzade Yahya Efendi ve oğlu Ruhiddin getirilmişti. Bu ikisi Rumca ve Fransızca çevirilerden sorumluydu.(Bu aileden ünlü Ahmed Vefik Paşa gelmektedir.Kendisinin dil bilgisinin rastlantı olmadığı görülüyor) Tercüme Odası’nın son gayr-ı Müslim görevlisi Stavraki Aristorsi Efendi’dir. O da sürgüne gönderilince yerini İshak Efendi aldı. İshak Efendi,  özellikle askeri teknik okullarda matematik ve doğa bilimlerine ait Batı dillerindeki kitapları çevirmekle tanınmıştı.19.y.y.’ın başında Müslümanlaşan veya Türkleşen Tercüme Odası, kuşkusuz reformcu bürokrasi için iyi bir okul oldu.Avusturya ve Prusya İmparatorlukları da 18.y.y.daki idari modernleşmeleri sırasında dış işlerinde tercüme görevlerini yerine getirmeleri için kendi sadık tebasından çocukları okutacak okullar kurmuş  veya ofislerde yetiştirmişlerdi.Hammer, Maria Theresa Akademisi’nde doğu dillerini öğrenmişti.( S:128)
Açıktır ki Duyun-u Umumiye kuruluncaya kadar Osmanlı yönetimi vergi kaynaklarını ne gerçek miktarıyla tesbit edebilmiş ne de vergiyi düzenli toplayabilmiştir.Etkili ve hızlı bir vergileme ve vergi toplama becerisini ancak yabancı alacaklılarının temsilcileri olan Duyun-u Umumiye, el koyduğu alanlardan geçekleştiriyordu.
1863’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda düzgün ve sistemli bir bütçe yoktu.Osmanlı maliyesine ciddi muhasebe teknikleri maalesef gelirlere alacaklı olarak el atan yabancı bir organın , Duyun-u Umumiye’nin etkisiyle girmiştir. .( S:132)
M. Ali Paşa olayının yarattığı mali sıkıntı, eski devirlerdeki gibi paranın ayarını düşürmekle (tağşiş) çözümlenecek gibi değildi.Zaten II.Mahmut döneminde tağşiş yolu son haddine kadar kullanılmıştı.Bu nedenle hükümet ilk defadır ki; çağdaş Avrupa para sistemini taklit ederek banknot çıkardı.”Kaime-i nakdiyye-i mutebere” denen bu para banknot olmaktan çok faizli bir borç senediydi ve basılı olmayıp el yazılı ve mühürlüydü.Dış ticari ilişkilerde ve ödemelerde ise gösterilen karşılık yeterli bulunmadığından geçerli değildi.(134).Taklitleri çoğaldığından bu kaime kısa zamanda gözden düştü.Her şeye rağmen dış ticari ilişkilerin arttığı bu dönemde piyasada dolaşan değeri farklı ve ayarı bozuk paralar , beynelminel ödemelerde sorun yaratıyordu.Bu nedenle 1844 Ocak ayında “Usul-ü Cedide üzere Taksim-i  Ayar” kararnamesi çıkarıldı ve standart bir ayar üzere kenarı kırpılmaz sikkeler tedavüle çıktı.100 Osmanlı kuruşu bir mecidiye altını olarak hesaplanıyordu ve altın para bundan böyle sadece İstanbul’da Darphane-i Amire’de basılacaktı.Böylece Osmanlı Tarihi’nde ilk defadır ki devletin itibarı demek olan sikke, standart bir ayar ve değerle ülkenin her tarafında dolaşıma sokulmak isteniyor  ve merkezi bir darphanede basılıyordu
Ticaretin artmasıyla ağırlık ölçülerinde , arazi ölçülerinde de bir standartlaşmaya gidilmek istendi.1869’da okkanın standart milli ağırlık ölçüsü olarak tarifi yapıldı.Ancak bu konuda yaygın bir başarı gösterildiği söylenemez(134)
Osmanlı modernleşmesinin getirdiği yapısal bir özellik asker ve sivil bürokrasinin ayrımıdır.Klasik dönemde yöneticilerin askeri ve mülki gücü bir elde tuttuğunu daha doğrusu , ilmiyyenin ve destek grup olan kalemiyyenin dışında sorumlu yöneticilerin askerlerden olduğunu biliyoruz.18.y.y.la birlikte kalemiyye sınıfından gelen yöneticiler yüksek makamları elde etmeye başladı.
19.y.y.başlarında Batı bilimini Türkiye’ye getirenlerin ve bu alanda kuramsal bir örgütlenmeye gitmek isteyenlerin başında gelen Şanizade Ataullah Efendi’dir. Şanizade ,  konağındaki seminer tipi toplantılar yüzünden diğer medreselilerin hışmına  uğrayıp  Bektaşilik ve fesat tertiplemekle suçlanıp İstanbul’dan sürülmüştür.Buna rağmen ordunun modernleşmesi gibi acil faaliyet , askeri okulların kurulmasını ve kınanan Batı biliminin resmen programlaşıp eğitimin yaygınlaşmasını sağlamıştır.(136)
Askeri cerrah yetiştirmek için kurulan Tıbbiye , şubat 1827’de açıldı ve Türkiye’de tıbbın ilerlemesi bu kuruluş sayesinde mümkün olacaktır.Aynı şekilde 1849’da Harbiye’nin bir şubesi olarak kurulan Baytar Mektebi de bu dalın gelişmesinde erken bir atılım sayılmalıdır.Modern orduya subay yetiştirmek amacıyla kurulan Harbiye Mektebi 1835’te eğitime başlamış gibiydi.Harbiye’ye Avrupa’dan yabancı öğretmenler getirildiği gibi Avrupa’ya öğrenci de gönderiliyordu.1849’da Macar ve Polonyalı subayların imparatorluğa ilticasıyla , ordunun eğitimi için kadrolar da kazanılmış oldu.
Tanzimat yönetimi tekke ile medreseyi barıştırmak , bir araya getirmek ve bu suretle tarikatlar üzerinde de kontrol kurmak istiyordu.Bu nedenle II.Mahmut,kanlı Bektaşi takibinden sonra İstanbul’da üçü dışında bütün Bektaşi tekkelerini kapattı.Rumeli ve Girit’teki bazıları dışında taşrada da aynı işlem tekrarlandı ve tarikatlar üzerindeki kontrol görevi için Nakşibendiler ve Mevleviler tercih edildi.Bektaşiler ya gizlendi ya da Mevlevilik gibi tarikatlar içinde sözde yer aldılar.Bu dönemde Hacıbektaş’taki dergah bile bir Nakşibendi şeyhin yönetimine verildi.Tarikatların tek çatı altında kontrolü için 1866’da Şeyhülislamlığa bağlı , medrese uleması ve tarikat şeyhlerinden oluşan bir Meclis-i Meşayih kuruldu.Bu meclis İstanbul ve taşradaki tekkeleri belirli bir hiyerarşiye bağlayarak devlet gözetiminde tutmak amacındaydı.(139)
Tanzimat bürokrasisi her vesile ile tarikatların nüfuzunu olumlu ve olumsuz tedbirlerle sınırlamak amacındaydı.Kırım Savaşı sırasında gönüllü toplamak için cihad bayrağı açan Rufai Şeyhinin (Abdülkadir) bu hareketi Zaptiye Nazırı ve Seraskerlikçe önlendiği gibi öte yandan tekkelere gıda yardımıyla , şeyhlere ve müridlere maaş bağlama ve bürokrasinin güvendiği kimselerin şeyh postuna geçmelerini destekleme gibi işlemlerle bu amaca ulaşılmak isteniyordu.(139)
Osmanlı modernleşmesi medreseyi ve tekkeyi tüm gayretine rağmen hükümetin tam kontrolüne alamamış, hayat alanlarını daraltmayı tercih etmiştir. (139)
Tanzimat dönemi reformcuları model olarak Fransa’yı seçtiler.Fransa’nın merkeziyetçiliği Osmanlı reformlarına uygun gelmiştir.(140)
Tanzimatçıların idari düzenleme sırasında karşılaştıkları iki büyük eksik vardı:Nitelikli eleman ve para.Bir yandan genişleyen ve modernleşen örgütler yeni memur kadrolarına ihtiyaç yaratırken , öte yandan fakir bütçe dolayısıyla kadrolarda tasarrufa gitmek gerekiyordu.Nitelikli elemana sahip olmak ise eskisi gibi kaleme çırak olan gençleri yetiştirmekle mümkün değildi, yeni okullar gerekiyordu.(141)
Maliyede tasarruf için 1858 yılında vilayetlere yazılan ve ihtiyaç fazlası memurların tasfiyesini isteyen Sadrazamlığın bu hükmüne bir çok vilayet sadece memur sıkıntısı çektikleri cevabını verdiler.
II.Mahmud , Evkaf Nezaretine Mekke –Medine ve padişah vakıfları dışında bütün vakıfları bağlanmış, mütevellileri yerinde bırakmıştı.Ancak klasik dönemde vakıfları bölgenin ve şehrin kadıları denetlerken şimdi denetim merkezi bir organ tarafından yapılacaktı.Zamanla bütün vakıflar bu nezarete bağlandı(142)
II.Mahmud döneminde Divan-ı Hümayun Tercüme Odası’ndan gayr-ı müslimleri , daha doğrusu Rumlar’ın tasfiyesiyle Müslümanlaşan bürokrat kadrolara ,Tanzimattan sonra gayr-ı müslimlerin içinden Ermenler de , Museviler de geniş ölçüde girdiler.Sadece Evkaf ve Harbiye bu olgunun dışında kaldı(143)
Tanzimatçılar başından beri o devre kadar kullanılan divani,siyakat gibi zor yazıları terk etmişler, imlayı kolaylaştırmanın çaresini düşünmüşlerdi.(144)
Tanzimat adamlarından Münif Paşa 1863’te Osmanlı Cemiyet-i İlmiyesi’ne sunduğu projede Arapça harflerin birleştirilmeden yazılmasını ve Türkçenin ses uyumu kuralına uygun biçimde sesli harfler kullanılmasını öneriyordu.Aynı dönemde Azeri dramaturg Mirza Fethali Ahundov , Encümen-i Daniş’e Latin harflerinin kabulünü bile önermişti.Bu aşırı öneriler taraftar bulmadıysa da 19.y.y. boyu yazı dilinin sadeliği , Avrupa dillerinden noktalama işaretleri öğrenildiği için imlanın ıslahını düşünüldüğü bir gerçektir.(145)
19.y.y.mektep , hükümet ve mahkeme konağı ,karakol gibi yapıların ortaya çıktığı , devlet teşkilatının adeta anıtlaştığı bir dönem oldu.(146)
Bürokrasinin merkeziyetçilik eğilimi bazen gülünç boyutlara ulaşıyordu.1854’te İstanbul’da dilencilerin başına bir dilenciler kethüdası tayin edildi  (seele kethüdası) ve dilenciliğin bu yolla kontrol edileceği düşünüldü.(148)
Bab-ı Ali , taşrayı daha yakından kontrol edebilmek için eyaletlerin fiziki sınırlarını daralttı ve vilayet adını verdi.Sınırları daraltılan vilayetlerin geliri ve nüfusu az olduğundan kontrolü mümkün olabilirdi, bu aynı zamanda valinin de daha az sayıda sancak ve kazaları daha etkin biçimde yönetebilmesi demekti.Tanzimatçıların başlattığı bu gelenek II.Meşrutiyet’te devam etmiş , bazı sancaklar doğrudan doğruya idari birim olarak ele alınmış ve Cumhuriyet başında da eski sancaklar vilayet haline getirilmişti.(149-150)
Merkeziyetçi yönetimin yerleşmesi için gerekli bazı şartlar da doğmuştu.İmparatorluğun yol sorunu en önemlisiydi.Tanzimat döneminin valisi karayolu şebekesinin geliştirilmesi için var gücüyle çalışan bir yönetici tipiydi.
Mithat Paşa, Suriye Valisi Rüştü Paşa, Ankara ve Adana valiliklerinde bulunan Abidin Paşa yol şebekelerini gerçekleştiren ünlü valilerdi.Yol için hazırlanan Nizamname 26 Ağustos 1869  Turuk ve Mebair (yol ve geçit) ahalinin erkeklerine yol ,inşaat ve bakımında beş senede yirmi gün çalışma yükümlülüğü de getirmişti.Bu yükümlülük , belirli zamanlarda bedenen çalışmak veya yol yapımında hayvanını kullandırmak biçimindeydi.1885 yılı 12 Ekiminde Ankara halkı padişaha “demiryolu vilayet merkezine kadar uzatılacak olursa çalışma yükümlülüğü olan halkın canla başla çalışmaya hazır olduğunu”belirten bir dilekçe vermişlerdi.Fakat karayollarının istenen süratle ve özenle yapım ve bakımı gerçekleştirilememiştir.
19.y.y.ın Osmanlı merkeziyetçiliğinin imdadına telgraf yetişti.İlk telgraf bağlantısı 16 Ağustos 1853 tarihinde İstanbul-Edirne arasında hizmete girdi.Bu hat Rusçuk üzerinden Avusturya şebekesine bağlandı.(151)
19.y.y.da modern devletin etkinliğini pekiştiren araçların başında demiryolu gelir.Osmanlı İmparatorluğunda demiryolu şiddetle arzu edilen , gerçekleştirilmesi  pahalıya mal olan ve 20.y.y.a sorunlu bir miras olarak kalan altyapıdır.1856 Paris Kongresi’nden beri , Avrupa sermayesi Osmanlı’da demiryolu  yatırımlarına istekli idi. Islahat Fermanı yabancı yatırımcılara imkan tanıdığından dış girişimciler demiryolu imtiyazı avcılığına başlamışlardı.Her yerdeki ayaklanmaların üzerine asker sevk etmek , tarım ürünlerini değerlendirmek ve geniş ülkeyi gerçekten denetlemek için imparatorluğun yöneticileri de demiryollarına özlem duyuyorlardı.Meşhur rivayettir; Sirkeci Garının yapımı dolayısıyla Topkapı Sarayı’na ait araziden geçmesi gereken demiryolu için istenen izin , nazırlar arasında  tartışmaya neden olmuş,Sultan Abdülaziz ise “Tek yapılsın da sırtımdan geçsin” demiş.Ancak yabancı sermayenin isteği doğrultusunda döşenen demiryolları , karayolu ve denizyollarıyla birlikte ülkede yeterli ve rasyonel bir ulaşım sistemi yaratmaktan uzaktı.Demiryolları iç bölgelere doğru verimli tarım topraklarının zenginliğini emmek için uzanan vantuzlar gibiydi,(152-153) Dar kıyı bölgelerinin ardındaki koca vilayetler , demiryoluyla gelecek uygarlığın nimetlerinden , ürünlerini sevk ve pazarlama imkanından mahrumdu.Rumeli bölgesinde tamamlanan hatlardan sonra Anadolu’da işletmeye açılan ilk demiryolu İzmir-Aydın arasında İngiliz sermayesiyle yapıldı.Ardından Fransızlar Manisa’ya doğru ikinci bir hat döşediler.Bunu İngiliz sermayeli Mersin-Adana demiryolu izledi.1890’larda Alman sermayesi İstanbul’dan Ankara ve Konya’ya doğru ilerleyince Fransızlar da Suriye ve Lübnan’da Akdeniz kıyı kentleriyle iç bölgelerdeki merkezleri birbirine bağlayan 665 km’lik birkaç hat inşa ettiler.Yüzyılın başında Akdeniz kıyılarından iç kısımlara birbiriyle bütünleşmeden uzanan Alman, İngiliz ve Fransız demiryollarının toplamı 3000 km’ye yaklaşıyordu.Avrupa’nın demiryolları sayesinde sanayi ve ticaretini geliştirdiği bir dönemde , Osmanlı ülkesi bu altyapıdan mahrumdu.Demiryolları döşendiğinde de hükümet güzergahı saptırmak konusunda söz sahibi olmadığı gibi , km garantisi olarak yüklü miktarlar ödemek zorundaydı.daha doğrusu km garantisini peşin ödeyemeyeceği için , hattın geçeceği vilayetlerin aşar gelirlerine alacaklılar adına Duyun-u Umumiye el koyacaktı.(153)
1864 yılında Vilayet Nizamnamesi kaleme alındı; ilk önce Tuna Vilayetinde uygulandı ve valiliğe Mithat Paşa atandı.Uygulamanın başarısı üzerine 1871 yılı başında bütün İmparatorlukta uygulanmak üzere “İdare-i Umumiyye-i Vilayet Nizamnamesi” hazırlandı.Mithat Paşa , Bulgaristan’da tam bir Osmanlılık ideolojisiyle hareket etmiş , idare meclislerine üye seçimleri yaptırmış, karma kurullarda dini grupların eşit temsili ilkesine uymuştu.Bundan başka yol yapımı ,tarımın ıslahı , yerel kredi sandıklarını kurup geliştirmek gibi uygulamalarla başarılı bir idareci olmuş, bölge  ekonomik yönden gelişmişti.
Esasen aşiret reislerinin ,ayan ve eşrafın çocuklarını eğitim yoluyla Osmanlı seçkinlerinin içine alarak Arap vilayetlerini hükümete sadık kılmak politikası uzunca zaman uygulandı.Arap ulusalcılığının doğum yeri olan Suriye ve Lübnan’da bu politika ısrarla izlendi.1902-1907 yılları arasında sadece Mekteb-i Mülkiyye’de 167 Arap öğrenci eğitim görmüştü ve bunların 21 tanesi Suriyeliydi Buna rağmen bu yöntemin her yerde yürümediği görüldü.(156)
Taşra yönetiminde merkeziyetçiliğin gelişmesine paralel olarak mahalli idarelerinde doğuş aşaması başladı.Merkezi hükümet çevrelerinde mahalli idareleri kurup geliştirmeye , Mithat Paşa gibi bazıları dışında hiç kimse niyetli değildi.Mahalli idareler ihtiyaçtan doğdu.Tanzimat yöneticileri , artan görevleri yürütmek için yerel nüfuz gruplarının desteğine ihtiyaç duyuyorlardı.İmparatorluk’ta mahalli idare geleneği bir liberal tutumun değil , merkeziyetçi devletin artan görevlerini yerine getirmek için yerel halkın yardımına ihtiyaç sonucu doğdu ve başından beri merkeziyetçi bir baskı vardı.Bununla beraber 18.y.y.dan beri Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle Balkan şehirlerinde bu alanda bazı yerel gelişmeler görülüyordu.Tanzimat bürokratlarının yürüttüğü idari reformlar bu olguyu bütün imparatorluğa yaymıştır.
Mahalli idare , siyasal , hukuki bir kavram ve sosyal idari bir kurum olarak geç Ortaçağlar Avrupası’nın ürünüdür.Sahip olduğu mali kaynakları kendi organlarının kararları doğrultusunda kullanan özerk bir mali-idari yapının doğması ve bu yapının tüzel kişilik kazanması yoluyla şehirlerin özgürleşmesi gerçekte 12.y.y.Avrupası’nda başlayan ve boyutları bu güne kadar uzanan bir tarihsel olgudur.(156)Çağdaş mahalli idare ve mahalli demokrasi , ancak geniş bir alanda ve toplumun bütün kurumları üzerinde kontrol fonksiyonunu yürüten bir merkezi  idarenin varlığı karşısında söz konusudur.Yani modern devletin güçlenen erki karşısında , tarihin akışı içinde bir bölgenin veya şehrin mali-idari alanda özerklik elde edip bunu güçlendirmesiyle , mahalli idare denen hukuki varlık ortaya çıkmıştır.
Avrupa’da mahalli idareler altı yüz yıldan beri krallara ,cumhuriyetlere , ihtilallere rağmen bünyelerini korumuş ve geliştirerek yaşamışlardır.Bu kendi kendini yönetme sisteminin devamlılığı , kuşkusuz 20.y.y. demokrasisinin varlığını sağlayan en büyük etkenlerden biridir.Bununla beraber Avrupa kıtasının her yerinde mahalli idare geleneğinin doğuşu ve gelişmesi eş zamanlarda olmadığı gibi farklı evrimler söz konusudur.Zamanda ve nitelikteki bu farklılığın sonuçlarını Avrupa ülkelerinin siyasal ve idari hayatında bu gün de görmek mümkündür.(158)
Kadıların,belediye veya mahkeme gibi kurumsallaşmayı temsil eden ofisleri de yoktu;  hangi binaya yerleşirlerse orası mahkeme veya belediye binası sayılırdı.Hatta başkent İstanbul’da bile II.Mahmud dönemine kadar belli kadılık ofisi bulunmadığı bilinmektedir.Ne kadının, ne yardımcı personelin mahalli halk tarafından seçilip denetlenmesi veya idareye halk temsilcilerinin belirli bir statü ve kural çerçevesinde katılmaları gibi bir olgu söz konusu değildi.(159)
19.y.y.da idari modernleşme kaçınılmaz olarak hukuki ,kültürel ,siyasal ve sosyal değişmeleri de birlikte getirdi.Bu değişikliklerden dolayı , idare adamları pek istekli olmasalar da eyalet idaresinde mahalli grupların idareye bir ölçüde katılmaları gerekiyordu.Kaldı ki Mithat Paşa gibi liberal eğilimli
yöneticiler mahalli idare kurumlarının gelişmesini ülkenin kalkınması için ön şart olarak değerlendiriyorlardı.(160)
19.y.y.a kadar imparatorluk idaresi bazı hizmetleri mahalli gruplara , dini cemaatlere , vakıflara bırakmıştı.Tanzimatçılar bu gibi hizmetleri de olabildiğince merkezi hükümet örgütüne devrettiler.Mesela bazı yol geçitlerinin korunması görevi vergi bağışıklığı karşılığında derbentçi denen köylere bırakılmışken , Tanzimattan sonra bu görev onlardan alınmış hükümetin kolluk kuvvetlerinin sorumluluğu altına konmuştu.Vergilerin salınması ve toplanması daha önce cemaat idarelerinin , şehir ileri gelenlerinin oyu ve yardımıyla oluyordu.Tanzimat döneminde devlet eliyle toplanmaya başladı.(160)
Tanzimat liderleri , merkeziyetçi bir devlet mekanizmasını gerçekleştirmekte hayli yol almışlardı.İşte bu modern merkeziyetçilik güçlendiği ölçüde , Osmanlı toplumunda modern anlamda mahalli idarelerin çekirdeğinin oluştuğu ,  yerel grupların idareye katıldığı görülüyor.(161)
Tanzimat döneminin idari reformları , bu nedenle ülkemizde mahalli idarelerin doğuşu için gerekli ortamı da hazırlamıştı.Kuşkusuz Tanzimat döneminin devlet adamları , siyasal katılma, mahalli demokrasi gibi siyasal programı benimsemiş kimseler değildi.Hatta böyle bir siyasal gelişme onları ürkütüyordu.Onların istedikleri kanuni ve adil bir idarenin kurulmasıydı.Önlerindeki Avrupai model , ne İngiltere ve ne de Fransa’ydı; belirtildiği gibi Metternich Avrupasıydı.Osmanlı İmparatorluğu modern merkeziyetçi bir yapı kazanıyordu ve bu yapı yerleştiği ölçüde mahalli idarelerin doğuşu da kaçınılmazdı.19.y.y. tarihimizin en önemli gelişmelerinden biri budur.(161-162)
Seçim konusu bizim tarihimizde Tanzimatçıların vilayet idaresinde yaptıkları reformlar dolayısıyla gündeme geldi.
19.y.y.Osmanlı düşünürü Meşrutiyet rejimini , parlemontoyu veya taşradaki idare meclislerini İslami meşveret geleneği içine açıklamaya çalışırsa da , bu gibi kurumları İslami meşveret geleneği içinde ele almanın mümkün olmadığı açıktır.İdareye ve karar almaya belirli kurallar çerçevesinde gayr-ı müslimler de katılıyordu.Meclislerin kuruluş biçimi özünde laik bir temele dayanmamakla birlikte , laik bir gelişmeye yol açmıştır.Bu gelişmelerin laik mahalli idarelerin doğuşu açısından gösterdiği önem dışında , muhassıllık meclisleri ve onun devamı olan vilayet idare meclislerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun parlamenter hayata geçişinde  de önemli katkıda bulunduklarını belirtmek gerekir.
19 Mart 1877’de açılan Osmanlı Meclisi-i Mebusanı toplandığında , imparatorluğun dört bir yanından gelen mebuslar büyük çoğunlukla vilayet idare meclislerinin üyeleri arasından ,valilerin veya meclis üyelerinin kararıyla tayin edilen kimselerdi.Mebus seçimi için hazırlanan talimat-ı muvakkate , vilayet idare meclislerinin seçilmiş üyelerinin ilk seçmen sayılarak mebus seçmenleri öngörüyordu ki, pratikte mebuslar bunların arasından seçilmiş veya valiler tarafından gönderilmişlerdi.(164)
Mebuslar ilk anda eski görevlerinin verdiği alışkanlıkla daha çok geldikleri yerlerin sorunları üzerinde durdularsa da kısa zamanda ülkenin  genel sorunlarını kavramış ,hatta dış politikayı bile tartışmaya başlamışlardı.Bu göze görünür demokratik ve tartışma tecrübesinde , yirmi yılı aşan vilayet idare meclisleri ve daha önceye uzanan muhassıllık meclisi geleneğinin büyük payı vardır.Meclis-i Mebusan’ın bir iç tüzüğü olmamasına rağmen mebuslar belli bir müzakere alışkanlığına sahipti.Meclis reisi Ahmet Vefik Paşa’nın otoriter başkanlığından , mebusların tartışma adabına kadar her şeyin vilayet meclislerindeki tecrübe ve geleneğe dayandığı açıktı.Taşradan gelen mebuslar , seçim konusu tartışılırken ,”İstanbulluların ilk defa seçim gördüklerini , kendilerinin ise Tanzimatın  başından beri seçim usulünü bildiklerini “söylemişlerdi.
Vilayetlerdeki meclisi idarelerin dışında , yerli halkın temsilcilerinden oluşan menafi-i umumiye sandıkları ,ziraat ve nafia komisyonları ,mahalli üyelerin katıldığı ticaret mahkemeleri memleketin iktisadi hayatını düzenlemekte küçümsenmeyecek rolü olan kurullardı.Rumeli vilayetlerinde , özellikle Tuna vilayetlerinde kurulan menafi-i umumiye sandıkları” önemlice bir sermaye birikimini gerçekleştirmişlerdi.Bu sermayenin kullanış biçimi , yatırım yapılacak alanlar mahalli sandık kurullarınca ararlaştırılıyordu.Bununla birlikte sandıklar İmparatorluğun her yerinde aynı etkinliğe ve güce sahip değildi.Yerli tüccarların güçsüzlüğü ve iktisadi gelişmenin yavaşlığından dolayı , mahalli idarelerin gerçek anlamda güçlenişini sağlayacak bu kuruluşlar bir müddet sonra etkinliklerini tamamen kaybettiler.Özellikle Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra sadece var olan  menafi-i umumiyye  sandıklarına değil Osmanlı şehirlerindeki esnafın geleneksel avarız sandıklarına bile devletçe el konmuştur.İktisadi konularda karar alma güçsüzlüğü ve sermaye kuruluşlarınsa sahip olamamak , başlangıçtan beri ülkemizde mahalli idarelerin gelişmesini önleyen bir olgudur.(166)
 
 


TÜRKİYE'DE TARİH EĞİTİMİNİ YETERLİ BULUYOR MUSUNUZ?
EVET
HAYIR

(Sonucu göster)


GÜNCEL DÖVİZ KURLARI
 
GÜNCEL ALTIN FİYATLARI
 
KÖŞE YAZILARI
 
 
Bugün 136 ziyaretçi (159 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol