Örgütlenmelerin kuruluş yıldönümlerinin kutlanılması bir gelenektir. Bunun yanı sıra, kalkınma planlarının kuruluş yılı baz alınarak yapılması alışkanlığı söz konusudur. Devlet de bir çeşit siyasal örgütlenme olduğu için, kuruluş yıldönümlerinin ulusal bayramlar olarak kutlanılması ve politikalara dair genel değerlendirmelerin kuruluş yılına göre yapılması doğaldır. Bu bağlamda, emperyalizme karşı dünyaya örnek bir mücadele verip ulusal bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on, otuz, ve seksen yıllık kazanımları, bölgesel ve küresel etmenler de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde önemli fikirler edinmemizi sağlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 85. yıldönümünü kutladığımız bu günlerde Cumhuriyetin önem ve anlamını yeniden kavramak ve onu gelecek kuşaklara daha iyi aktarabilmek için Cumhuriyetin ilanından sonra Türk halkının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kaydetmiş olduğu gelişmeleri siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan incelemenin, layıkıyla öğrenmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 tarihinde açıldıktan sonra her geçen gün ülkenin mukadderatında tek söz sahibi durumuna gelmiştir. Çünkü, Meclis’e iştirak eden milletvekilleri Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında, Yusuf Kemal Tengirşenk’in de ifade ettiği gibi, o gün orada “Yeni bir devlet kurdular. Türkiye’nin çocukları padişahın irşadına, falan veya filan devletin elçisinin teşvikine kapılmadan memleketi idareye koyuldular… Yeni Türk Devleti o gün kuruldu. Hiç bir makamın veya şahsın tasdikine muhtaç olmaksızın kanunlar, anlaşmalar yapıp tatbik ve icra etmekle Cumhuriyet idaresi o gün başladı.” Ancak, bu yeni Türk Devleti’nin adı resmen konulmamıştır. Çünkü 600 yıl boyunca saltanatla yönetilmiş, ortak bir millet bilincine dahi erişmemiş bir topluluğa artık yeni yönetimin Cumhuriyet olacağını ifade etmek ve bu kavramı benimsetmek sizlerinde takdir edeceği üzere kolay bir durum değildir. Bu nedenle şartların oluşması beklenmiştir. Bu yapılırken ise Meclis ve Hükümet yeni devlet’in hukuk sistemini oluşturma faaliyetlerini devam ettirmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyet 23 Nisan 1920’den beridir sürdürülen rejimin isminin açıkça tüm dünyaya duyurulması demektir.
“Cumhuriyet bir fazilet rejimidir.” Denildiğinde, birbirlerinden farklı niteliklere sahip olan bireylerin meydana getirdikleri bir armoni olarak anlaşılması gerekir. Cumhuriyet, etnik ve dinsel cemaatleri tek bir millet haline getirir. Cumhuriyet bir potadır. Eğer bölgecilikleri evrensel hale dönüştüremezse var olamaz. Atatürk, bölgeselliklerin üstünde ülkenin ve ülkeye ait her ne varsa, hepsinin herkes tarafından sahiplenildiği bir toplum yaratmaya çalışmıştır.
Cumhuriyet bireyciliğe değil, bireyselliğe dayanır. Yani bir toplumun ayrılmaz parçaları olan kişilerin kendilerini hem farklılıkları içinde üretmelerine, hem de üretimin atıf noktası olarak cemaat değerleri yerine evrensel değerleri koymalarına dayanır.
Cumhuriyet ırk, din, dil ve cemiyet farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasal rejimin adı olmuştur. Atatürk’ü cumhuriyete yönelten bir diğer önemli neden de cumhuriyetin en ileri devlet şekli olmasıydı. Çünkü cumhuriyet, millet egemenliğini belirleyen ve millet egemenliği ile bağdaşabilen tek rejimdir. Atatürk, egemenliğin millete ait olduğu görüşünü işlemekle ve bu görüşü yeni Türk Devletinin temel taşı yapmakla millî devletin devlet ve hükümet şeklinin de cumhuriyet olacağını ortaya koyuyordu. Hiç şüphe yok ki Mustafa Kemal, ulusal kurtuluş mücadelesi için yola çıktığında zihninde cumhuriyet kavramını şekillendirmiş ve bu idealini gerçekleştirmek için sağlam bir program hazırlamıştır. 17 Şubat 1920’de İstanbul’da mebuslar meclisinde ilan edilen Misak-ı Milli kararlarında bu planlamanın bariz izlerini görmek mümkündür.
Cumhuriyetin Türk halkına kazandırdıkları konusuna geçecek olursak; özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlere büyük bir önem verilmiştir. Çıkartılan Tevhid-i tedrisat kanunu ile eğitimde birlik sağlanmış ve daha sonra yapılan harf inkılabıyla okur yazar sayısının artırılması hedeflenmiştir. Yapılan çalışmaların bazı rakamsal verilerini görmek Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin eğitim alanında kaydettiği gelişmelerin anlaşılması için sağlıklı ve somut veriler olacaktır kanısındayız. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaklaşık 13 Milyon nüfusun çok az bir kısmı okuma yazma biliyordu ve bunlarda çoğunlukla İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde oturuyorlardı. Anadolu’nun durumu ise daha da vahimdi. Cumhuriyet hükümetinin çabalarıyla 1923 ile 1940 arasında okul sayısı 5062’den 11.041’e çıktı. Öğretmen sayısı % 133’lük bir artışla 12.548’den 28.298’e öğrenci sayısı da yaklaşık % 300 artışla 352.668’den 1.050.159’a çıktı. Okur yazarlık ağır da olsa yaygınlaşmaya başlamıştı. 1927’de nüfusun yalnızca % 10,6’sı ( kadınların % 4,7’si, erkeklerin % 17,4’ü ) okur yazardı. 1940’da bu oran % 22,4 ‘e yükselmişti. Yine eğitim sisteminde karma eğitim ilkesinin benimsenmesi ve tüm yurt çapına yayılması ile genç Cumhuriyetin kız çocuklarının da eğitim almalarına çaba sarf edilmiş bu hususta da büyük ölçüde başarı sağlanmıştır. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuda 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yapmış olduğu şu konuşma konunun önemi için oldukça anlamlıdır.
“Bir içtimai topluluk, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim, diğerini müsamaha edelim de, kitlenin bütünü ilerletilebilmiş olsun. Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara, zincirlere bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki adımları dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve terakki ve teceddüd sahasında birlikte merhaleler kat etmek lazımdır. Böyle olunursa İnkılap muvaffak olur.”
Bu iyileştirmeler yüksek öğrenimde de sürdürülmüştür. Yabancı uzman ve öğretmenlerin yardımlarıyla okullar modernleştirilmiştir. 1923 ile 1940 arasında fakülte ve teknik okulların sayısı 9’dan 20’ye, öğretim üyeleri 328’den 1113’e öğrencileri de 2914’ten 12.147’ye çıkmıştır. Günümüzde ise 70 milyon nüfuslu ülkemizde okuma yazma oranında yüzde 90’lara, tek üniversiteden ise 80 üniversiteye ulaşılmıştır.
Sosyal alanlarda ise Cumhuriyet dönemi önemli atılımların yapıldığı bir dönemdir. Özellikle kadınlarla ilgili kanunlar yürürlüğe konularak Türk kadınına hakkettiği konum teslim edilmiştir. Medeni kanunun kabulü ile kadın erkek arasındaki ekonomik ve sosyal farklılıklar ortadan kalkmış, tam bir eşitlik sağlanmıştır. Yine medeni kanuna ek olarak Türk kadınına 3 Nisan 1930’da belediye üyeliklerine seçme ve seçilme hakkı verildi 5 Aralık 1934’te yapılan Anayasa değişikliği ile de kadınlarımıza milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Türk kadınına verilen bu siyasi hakların o dönemde çoğu Avrupa ülkesindeki kadınlara verilmemiş olması da oldukça manidardır. Günümüzde ise Türk kadını sosyal ve siyasi ve ekonomik yaşamda önemli bir pay almakta gerek devletin, gerek büyük şirketlerin gerekse üniversitelerin en üst kademelerinde görevler almaktadırlar.
Cumhuriyetin bize ekonomik anlamda kazandırdıkları ve Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası ekonomik gelişmesi ise başlı başına bir konferans konusu olacak kadar geniştir. Fakat biz yinede genç kuşakların ekonomik açıdan da cumhuriyetin önemini kavramaları için ekonomik alanda özet manada bazı örnek rakamlar verip tespitlerde bulunalım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk dönemi ekonomik politikası devletçilik adıyla tanımlanan kısmen başarılı bir özel teşebbüs ve hükümet denetimi ve katılması programıyla yürütülmüştür. I. Dünya Savaşı’na 2.850.000 kişi ile katılan Osmanlı Devleti’nin seferberlik giderleri tahminen 1 milyar 802 milyon doları bulmuştur. Yabancı ülkelerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’de seferberlik giderlerini kısmen emisyonla karşılamıştır. 1916’dan itibaren enflasyon artmaya başlamış, 1919 şubatında doruk noktaya çıkmıştır. Savaştan önce 1 lira olan mal savaş sonunda 22 lira olmuştur. 1920′lerde ülkede demir, çelik, şeker üretimi yoktur. 1927’lerde 100 işçiden fazla kişi çalıştıran işletmelerin sayısı sadece 155’ten ibarettir. Bu 155 işletmenin 33 tanesi madencilik alanında olup, 22’si Zonguldak’ta toplanmıştır. Geriye kalan 122 işletmenin 74’ü İstanbul, İzmir, Bursa ve Kayseri’de bulunmaktadır. Bir kaç kent çıkarıldıktan sonra Anadolu’nun büyük bir kesiminde sanayi sayılabilecek işletme yoktur.
Ülkede sanayinin teşviki için 28 Mart 1927’de çıkartılan Sanayii Teşvik Kanunu ile sanayi yatırımları desteklenmiştir. Yapılan desteklerin ve uygulanan ekonomi programlarının sonuçları 1940’lara gelindiğinde meyvelerini vermeye başlamıştı. Üstelik biraz sonra vereceğimiz rakamlar 1929 dünya ekonomik buhranı gibi tüm dünya ülkelerini etkileyen bir kriz dönemine rağmen başarılmıştır.
Ülkenin ekonomik alanda kaydettiği gelişmelere rakamsal olarak göz atacak olursak;
1930 ila 1940 arasında kömür üretimi 1 milyon 590 bin tondan 3 milyon tona çıkarak yüzde yüze yakın bir artış göstermiştir. Aynı süre içinde krom üretimi 28 bin tondan 170 bin tona çıkmış, Karabük’te demir üretimi 0’dan 1940’da 130 bin tona; toplam maden üretimi 1930 yılı 100 olarak alınırsa, 1935’te 157’ye ve 1940’da 232’ye yükselmiştir. Tekstil sanayii ülkenin tekstil ihtiyacının yüzde 80’nini karşılar hale gelmiş, tekstil ürünleri ithalatı 1927’de 51.1 milyon Türk lirasından 1939’da 11.9 milyon Türk lirasına düşmüştür. 1924 ile 1929 arasında pamuk ürünleri üretimi 70 tondan 3773 tona, yün 400 tondan 763 tona ipek ise 2 tondan 31 tona çıkmıştır. 1926’da başlayan şeker üretimi 1927 ile 1940 arasında 5162 tondan 95.192 tona çıkmıştır. Demiryolu ise 1927’den 1940’a kadar 4631 kilometreden 7381 kilometreye, karayolları ise yine aynı dönem içinde 22.053 kilometreden 41.582 kilometreye çıkmıştır. 1950’de üç barajı olan ülkemiz, bugün iki yüzün üzerinde barajının yanında; bu başarısının kat kat fazlasını gerçekleştirecek azim ve kararlılığa da sahiptir. Günümüzde ise Türkiye’de sanayi tesisleri önemli ölçüde gelişmiş ve 70 milyar dolara yaklaşan ihracat rakamlarında en önemli pay sahibi olmuştur. Özellikle beyaz eşya ve elektronik eşyalarda Avrupa’da da kabul görmüş Türk şirketleri mevcuttur.
1927 yılı 100 olarak alınırsa, net milli gelir 13 yılda 125.8’e yükselmiş, dış ticarette 1920’lerde açık verilirken 1930’ların büyük bir bölümünde gelir fazlası elde edilmiştir. Atatürk döneminin normal devlet bütçesi genellikle denkleştirilebilmiştir. Hızla artan vergi gelirleri devletçiliğin getirdiği giderleri karşılamıştır. Türk mali rezervleri yaklaşık altı kat artarken, ülke dışındaki para hareketinin denetimiyle hükümet Türk lirasının dünya pazarlarındaki değerini dolara karşı artırmıştır. 1930’da 1 dolar 2.12 lira iken 1939’da 1 dolar 1.28 lira idi.
Yukarıda vermiş olduğumuz rakamsal verilerden de açık ve net bir şekilde anlaşıldığı üzere 1923’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve sosyal alanda kat etmiş olduğu mesafe oldukça takdire şayandır. Bu gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye içinde geçerlidir. Özellikle II. Dünya savaşı sonrasında dünyanın yeniden yapılanmasında ve soğuk savaş döneminde Türkiye, Cumhuriyet rejiminin getirdiği üstünlükler ve demokrasinin de yerleşmesiyle özellikle o dönemdeki diğer bölge ülkeleri ve İslam ülkeleri içerisinde önemli bir konumda bulunmuştur. Günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti 400 Milyar doları aşan gayri safi milli hasılası ile dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer almaktadır. Yine Türkiye Cumhuriyeti günümüzde 70 milyonu aşan genç nüfusu ile varolduğu coğrafi bölgede ve dünya siyasetinde aktif bir rol izlemektedir.
Büyük Atatürk, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ile Cumhuriyetin temeline barışçılığı koymuştur. Geçen 85 yıl tarihimizin en uzun barış dönemidir. Türkiye bulunduğu bölgede ve dünyada barışın korunmasına en çok hizmet eden ülkelerden biridir. Uluslararası ve bölgesel işbirliğine içtenlikle taraftardır. Her türlü ihtilafın barışçı yollardan gidilerek çözüme kavuşturulmasını savunur. Türkiye uluslararası taahhütlerine sadık bir ülkedir.
Türkiye, yeni Avrasya coğrafyasında bir köprü rolü oynamaktadır. Bir taraftan uluslararası anlaşmalardan doğan haklarına uygun olarak Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefine yönelik çabalarını sürdürürken, diğer taraftan öncü rol oynadığı Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) gibi bölgesel işbirliği hareketleriyle münasebetlerini geliştirmektedir.
Türkiye önümüzdeki dönemlerde de barışa olan inancını koruyarak ve barışa hizmet ederek dış ilişkilerini yürütmeye devam edecektir.
Yalnız bu arada şunu kesinlikle belirtmemiz gerekiyor ki, Cumhuriyet rejimi tüm bu saydığımız gelişmeleri tek başına sağlamak için yeterli değildir. Cumhuriyet rejiminde demokratik kaidelere yer verilmezse devleti yöneten liderler ve halk demokrasiyi içlerinde sindiremezse tüm bu saydığımız gelişmelerin özellikle sosyal alandaki gelişmelerin sağlanmasında eksiklikler görülür. Kavram olarak baktığımızda ise “cumhuriyet”ten; milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet şekli anlaşılır. Burada “demokrasi” kavramıyla “cumhuriyet”i karıştırmamak gerekiyor. Şüphesiz bu her iki kavram birbiriyle ilgili ve iç içe kavramlar olmakla birlikte birbirinin aynısı değildir. Demokrasiden de halkın kendi kendini yönetmesi anlaşılır. Ancak cumhuriyette esas olan, devlet piramidinin en üstünde bulunan kişinin, yani devlet başkanının seçimle gelmiş olmasıdır. Devlet başkanı, babadan oğula geçen bir sistemle yani saltanatla o göreve gelmiş değildir. Bu iki kavrama bir- iki örnekle açıklık getirmek istiyoruz. Bugün İngiltere’de, İsveç veya Norveç’te parlamento vardır. Halk yasama organı durumunda olan meclisi kendisi seçer, meclisten de yürütme organı çıkar. Yani demokrasi vardır denebilir. Ama, devlet piramidinin en üstündeki kişi kral veya kraliçedir. Bu göreve seçimle değil, saltanat usulüyle gelmiştir. Bu yüzden bu ülkelerde tam anlamıyla bir cumhuriyet rejiminden söz edilemez. Öbür taraftan, devlet başkanının şu veya bu şekilde seçimle geldiği bazı rejimler vardır ki mesela; Çin Halk Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti ve diğer halk cumhuriyetleri gibi, bu rejimlerde de sözde cumhuriyet olmakla birlikte halkın yönetime iştirakinden söz edilemez. Çünkü tek partinin hakimiyeti söz konusudur. Halk eğer oy verse bile bu partiye oy vermek durumundadır. Neticede şunu söyleyebiliriz; demokrasinin olduğu yerde cumhuriyetin olmadığı, veya cumhuriyetin olduğu yerde de demokrasinin bulunmadığı örnekler görülmektedir. Ama ideal olanı hem demokrasinin hem de cumhuriyetin birlikte olmasıdır. Bir başka ifade ile, cumhuriyeti, demokrasinin en gelişmiş şekli olarak kabul edebiliriz.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk demokrasinin çağdaşlık adına vazgeçilemez bir kavram olduğunun bilincindeydi. Bu duruma en güzel örnek ise onun 20-21 Haziran 1919’da yayınladığı Amasya genelgesinde Sivas’ta toplanacak ulusal bir kongre için her sancaktan halkın güvenini kazanmış üç kişinin seçimle belirlenerek en kısa zamanda Sivas’a gelmek üzere yola çıkmasını emretmesi ve ulusun geleceğinin belirlenmesi için ulusal bir meclisin varlığının gerektiğini belirtmesidir. Çok geçmeden 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması demokrasi kavramının vücut bulmasında önemli bir adım olmuştur. Günümüzde ise cumhuriyet ve Demokrasi bütün Türk halkının vazgeçemeyeceği erdemlerinin başında gelmektedir.
Tüm bu söylediklerimiz ışığında Cumhuriyet dönemi Türk milletinin her alanda çağdaş uygarlık seviyesine yükselmek için çaba sarf ettiği ve bu uğurda yapılan çalışmaların gerek sosyal alanda, gerek siyasi alanda gerekse ekonomi alanında başarıya ulaştığı bir dönemdir. Bizlere düşen görev ise yukarıda kısa bir özet halinde verdiğimiz ve bizlere Cumhuriyetin birer hediyesi olan gelişmelerin genç kuşaklara aktarılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet bağımsız yaşamasını sağlamaktır.
Sözlerime burada son verirken beni dinlediğiniz için hepinize şükranlarımı sunar ve nice Cumhuriyet Bayramı yıldönümlerine sağlık huzur ve esenlik içinde kavuşmanızı dilerim… |