MERHABA BEN MURAT CAN ŞANLI TARİHİMİZİ ÖĞRENMEK İSTİYORSANIZ DOĞRU YERDESİNİZ... (sitede görünen reklamların sitemizle ilgisi yoktur...)

   
 
  FORUM
=> Daha kayıt olmadın mı?

TARİH İLE İLGİLİ BİLGİ PAYLAŞIM MEKANINA HOŞGELDİNİZ... FORUMDA OLMASINI İSTEDİĞİNİZ KATEGORİ VARSA MESAJLAR BÖLÜMÜNDEN İLETEBİLİRSİNİZ...

FORUM - BİZ OSMANLIYIZ

Burdasın:
FORUM => OSMANLI TARİHİ => BİZ OSMANLIYIZ

<-Geri

 1 

Devam->


MURAT CAN
(şimdiye kadar 56 posta)
20.12.2008 18:12 (UTC)[alıntı yap]
KARADA YÜZEN DONANMA
OGÜN, ORADA GENCECİK BİR PADİŞAH, önce imkansızlığı yendi, sonra Bizans’ı… Pek çoğumuzun “pes” edeceği durum karşısında müthiş bir sabır ve irade imtihanı vererek galip çıktı.
Önce olayın kısacık hikayesine bakalım
Bizans, 06 Nisan 1453 sabahı 150.000-200.000 arası olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilen Osmanlı ordusu tarafından son kez kuşatıldı.
Bu arada Osmanlı donanması Haliç’in girişine dayanmış, Sarayburnu önlerinde demirlemişti.
Ordu, merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan’da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarında burçlara kadar yanaşıldı.
Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans’a yardım ediyorlardı. Kara ordusu sıkışmıştı. Donanmanın devreye girmesi lazımdı.
Sultan II.Mehmet böyle düşünüyordu. Fakat donanmayı deveye sokamıyordu. Çünkü surlarının zayıf olduğunu İstanbul’un Haliç tarafına zincir gerilmişti. Osmanlı donanmasının Haliç’e girişi böylece engellenmişti.
Bizans’ın fethi Osmanlı donanmasının Haliç’e indirilmesine bağlı görünüyordu. Sultan II. Mehmet, geceler boyu düşündü. Böyle elleri kolları bağlı bekleyemezdi. Bir şeyler yapmalı, bir an önce Bizans’a girmeliydi.
“Çare olur” diye düşündüğü herkese sordu. Lakin kiminle konuştuysa bunun “imkansız” olduğunu söylediler…
Fakat genç padişah, hiçbir imkansızlığa teslim olmak istemiyordu. Aradığı çare, çaresizlikten çıkacaktı.buna inanıyordu.
Düşündü, düşündü… Umudunu hiç yitirmedi., Bizans’ı fethetme kararından hiç vazgeçmedi…
Derken kafasına bir şimşek çaktı, bir fikir dolandı. “Olabilir” diye söylendi kendi kendine...
Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç’e indirilecekti. Aklına gelen “son çare” buydu.
Kurmaylardan bazıları bunun mümkün olduğunu, bazılara ise “imkansız” olduğunu söylediler.
“İmkanın sınırını görmek için imkansızı denemek lazım” dedi padişah, “Tiz hazılanasuz, gemiler karadan yürütülecek, daha da olmazsa havadan uçacağız!”
Gemileri uçurmayacaktı elbette, sadece hiçbir engel yüzünden fetih yolundan dönmeyeceğini, olumsuz hiçbir şarta teslim olmayacağını söylemeye çalışıyordu.
Kısacası, fetih konusundaki kararlılığını vurguluyordu.
Önce kurmaylarıyla birlikte bölgeyi gezdi. Ölçüp biçtiler ve denemeye karar verdiler.
Bu karardan hemen sonra çalışmalar başlatıldı.Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa’ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi.
Gemilerin, kızakların üzerinden rahatça kayabilmesi için, Galata Cenevizlilerden zeytinyağı ve tereyağı dahil, bulunabilen her türlü yağı satın alarak kızakları yağladılar.
21-22 Nisan gecesi 67 (ya da 72)parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç’e indirildi.
Haliç’teki Osmanlı donanmasına ait toplar surları dövmeye başlayınca, Rumlar gözlerine inanamadılar.
Olamayacak bir şey olmuş, imkansızlık ve olumsuzluk, kararlılık karşısında bir kez daha yenilmişti. Bu azmin zaferiydi.
“Normal insanlar”, hayatı en kolay tarafıyla yaşamaya çalışırlar.
Bazılarımız “zor” karşısında pes ederiz, bazlarımız, “çok zor” karşısında yelkenleri suya indiririz.
Tarihe şan verenler “imkansızlıklar” karşısında “pes etmeyenlerdir!”
Hatırlayalım:Sultan II. Mehmet’in büyük bir donanması vardır. Ondan başka, iyi eğitilmiş, deneyimli askerleri vardı. Ve koca “Şahi” topları, mancınıkları, kuleleri vardı.
Ama eğer “olmaz”ı oldurup gemileri karadan yürütmeseydi, elindeki imkanları kullanamayacak, dolayısıyla, Doğu Roma İmparatorluğunun 1125 yıllık başkenti İstanbul’u fethedemeyecekti.
AVRUPA RÖNESANS’I, FATİH’İN BİZANS’I FETHİYLE BAŞLAR
FETİH, YALNIZ BİZANS surlarının değil, Ortaçağın ve Ortaçağ Avrupa’sının içe kapanan kapılarını da kırmıştır. İlmi tespitler yapan bilginleri ateşe atan, hastaları ıssız adalara sürerek ölüme terk eden, akıl hastalarına “Ruhuna şeytan girmiş” gözüyle bakarak zincire vuran karanlık taassup dağılmaya başlamıştır.
Çünkü büyük fetih, Haçlı Seferlerinden bu yana İslam alemiyle doğru dürüst temas etmeyen Hıristiyanlık dünyasının bütün dikkatini tekrar Müslümanlara yöneltmesiyle sebep olmuştur.
Bu sefer dikkat merkezi fetih ve tabiatıyla Fatih’tir. Baktıkça gözleri kamaşmakta, her bakımdan gelişmiş, kısa süre içinde ilmi inkişafın hemen hemen zirvesine çıkmış devlete gıpta etmektedir. Ve genç cihangirin güç kaynağını keşfe çalışmaktadırlar.
Rönesans’ın İtalya’da başlamasının sebebi boşuna değildir. İtalya seferi sırasında (1480) Osmanlılarla yüz yüze gelen İtalyanlar, şerefli düşmanlarını kendileriyle kıyas kabul etmeyecek kadar ileri seviyede bulmuşlar ve aynı seviyeyi yakalamak için düşünmeye başlamışlardı.
Gerçi İstanbul’un fethinden önce Almanya’da matbaa icat edilmiş ve kitaplar matbaaya girmişti;ancak bu kültür hareketi, İstanbul’da on binlerce hattatın kitap çoğaltma hareketi karşısında hala pek güdüktü.Avrupa’daki kral kütüphanelerinde birkaç yüz kitap varken, Türkiye ve İslam kütüphanelerinde on binlerce, bazen yüz binlerce kitap bir araya geliyordu.
İlim ve kültür alanında baş döndürücü bir gelişme, hatta sıçrama yaşanıyordu. Fatih’in Bizans ahalisine ve Galata ahalisine tanıdığı geniş tolerans (ki bunlar, inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü olarak özetlenebilir.) kendi dindaşlarıyla mezhep farklılığı yüzünden yılar yılı savaşan Avrupa’ya başta dini müsamaha ve insan hakları mevzuunda biraz daha düşünmek ve çalışmak gerektiğini hatırlatmıştı.
Vakıa, İslam ilmi sayesinde arzın yuvarlak olduğunu öğrenmişlerdi. Ancak faraziye nazarıyla bakıyor, “dönüyor dönmüyor” tartışmalarının sonu gelmiyordu. Oysa aynı günlerde İstanbul’dan Avrupa’ya giden gezginler Osmanlı ulemasının bu konuyu kesinleştirdiğini bildiriyor, Avrupalının kafasına ilk defa dünyayı gemiyle dolaşma düşüncesini yerleştiriyorlardı.
Zaten Osmanlı topçusunun eriştiği kudreti, aşılmaz zannettikleri İstanbul surlarının karton oyuncakları gibi devrilmesiyle fark ederek dehşete düşmüşler, Osmanlıoğlu’nun dünyanın bütün stratejik mevkilerini tutması karşısında kuşatıldıklarını fark etmişlerdi. Denizleri geçip yeni dünyalar keşfedemedikleri takdirde ebediyen Osmanlı muhasasarasında kalacaklarını ve günün birinde teslime mecbur olacaklarını hissetmişlerdi. Ve Ümit Burnu’nu aşacak denizcinin yolunu daha o günlerde gözlemeye koyulmuşlardı.
Martin Luther sürekli şekilde Osmanlı devlet teşkilatına dikkat çekiyor, yeniden parıldamaya başlayan İslam ilminin, silkinilmediği takdirde Avrupa’yı Müslümanlaştıracağı söylüyor, dindaşlarını uyanmaya çağırıyordu.
Bir yandan da Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde işlenen çini, kumaş ve el sanatları Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Bunlar öylesine beğeniliyordu ki, Avrupa’da taklitleri yapılıyordu.Yani Avrupalılar, Osmanlı sanayisi ve el sanatlarıyla da tanışmışlardı.
Nihayet İstanbul’un fethiyle birlikte İtalya’ya giden Bizanslı bilginler, Yunancayı ve klasik birtakım eserleri de beraberinde götürmüşler, harıl harıl Avrupa dillerine tercümeye başlamışlardı. Bu da Rönesans’ın kültür cephesine ilham vermişti.
Avrupa devletlerinde ahali perişandı. Milyonlar kilise ve aristokrasi ikileminde bocalıyor, hemen hemen her türlü insani hak ve hürriyetlerinden mahrum olarak kilisenin ya da aristokratların mutlak emrinde sürünüyordu. Fatih’in engin toleransını fark edip de harekete geçmemeleri imkansızdı.
Kıpırtılar zamanla büyüdü, gelişti, yayıldı ve kültür, sanat, edebiyat, hayat telakkisi başta olmak üzere, Ortaçağ Avrupa’sında çok şeyi değiştiren bir Rönesans hareketine dönüştü.
P. Faure’nin dediği gibi, “Fatih, Rönesans’ın en büyük ilhamlarından biridir. Rönesans Fatih’in, II.Bayezıd’in ve Yavuz’un toleransına çok şey borçludur.”
FRANSA BİZE HAYRANLIK DUYARDI
BİLİYOR MUSUNUZ Kİ, yükselme devrinde, Osmanlı Devleti, muhatabı olan devletlerle anlaşma imzalamaz, sadece tek taraflı olarak imzaladığı bir belgeyi muhataplarına verirdi.
Yani kimseyi kendine “emsal” kabul etmezdi.
Bu şu demekti: “Sözünden dönmeyeceğini imzamla taahhüt ediyorum ve size, rahatlamanız açısından, bu manada bir belge veriyorum; sizin bana belge vermenize gerek yoktur, çünkü taahhütlerinizin dışına çıkarsanız tepenize inerim!”
Bir anlamda Osmanlı Devleti dünyanın adeta merkezi ve dengesiydi.
Bundan başka Devletler Hukuku tarihinde, tarihçiler dahil, çok kimsenin hatırlamadığı (siyasetçiler zaten hatırlamaz, çünkü tarih okumazlar) enteresan bir devre var: Osmanlı Devleti’nin hiçbir Avrupa başkentinde kendini temsil etmeye tenezzül buyurmadığı devre…
Tüm devletler, uluslararası hukuk önünde eşitti, herkes birbirleriyle bu çerçevede münasebette bulunur, birbirlerine “temsilci / büyükelçi” gönderirlerdi.
Bunun tek istisnası var: Osmanlı Devleti , uluslararası hukuk çerçevesine resmen oturttuğu bir madde ile kendi üstünlüğünü bütün dünyaya tescil ettirmiş, bunun bir göstergesi olarak da yükselme devri boyunca hiçbir devlete “elçi” tayin etmemiştir.
Yalnız arada bir, çok olağanüstü durumlarda geçici statüyle lütfen ve tenezzülen elçiler göndermiş, bu da Avrupa başkentlerinde önemli bir itibar göstergesi olmuştur. O kadar ki, ülkesine Osmanlı Devleti elçisi gelen Avrupalı kral, “Padişah hazretleri beni size tercih ettiğine göre, beni sizden daha fazla seviyor” gibisinden diğer krallara çocuksu havalar atmıştır. Ve bu durum Osmanlı Devleti’nin çöküşüne kadar devam etmiştir.
Osmanlı’nın Avrupa ülkelerinin birine sürekli olarak tayin ettiği ilk “sefirikebir / büyükelçi” Seyyid Ali Efendi’dir. Ali Efendi, Sultan Üçüncü Selim döneminde Paris’e atanmış, 24 Mart 1797 tarihinde başlayıp 52 gün süren bir deniz yolculuğundan sonra Marsilya’ya ulaşmış, Marsilya’da top atışlarıyla karşılanmış, Paris’e kadar bir süvari alayı eşliğinde gitmiştir. Geçtikleri yerlerdeki halka önceden duyuru yapıldığından halk yol boyu sıralanmış ve “Yaşasın Büyükelçi, Yaşasın Osmanlı Devleti!” şeklinde tezahüratlarda bulunmuştur.
Nihayet 24 Haziran günü, Osmanlı Büyükelçisi Seyyid Ali Efendi Paris’e girmiş, Paris’te ancak önemli krallara yapılan büyük devlet töreniyle karşılanmıştır. (Fransız yazar Maurice Herbette, o zamana kadar Paris’i ziyaret eden Rus Çarı Deli Petro’ya bile böyle bir ilgi gösterilmediğini özellikle belirtiyor.)
Herhalde bunun sebebi, Ali Efendi’nin, Osmanlı Devleti tarafından bir Avrupa başkentine tayin edilen ilk büyükelçi olmasıydı.
Ali Efendi’nin Paris’e gelmesi halkı öylesine etkilemiştir k, evinin önü mahşere dönmüştür. Parisliler , Osmanlı Büyükelçisi’ni pencerede olsun görebilme umuduyla geceli- gündüzlü evinin önünde beklemişlerdir. Ayrıca oturduğu mahalledeki ev fiyatları aniden astronomik seviyeye yükselmiştir. Çünkü Osmanlı Büyükelçisi’nin evine yakın evde oturmak bir statü göstergesi olmuştur.
Paris halkı bu değişmeden çok etkilemiş, özellikle Parisli kadınlar başlarına kavuk takmaya, Osmanlı şalvarı ve Anadolu fistanı giymeye, hilal şeklinde mücevherler kullanmaya başlamışlardır,kısacası Osmanlı Büyükelçisi’nin kılık kıyafetini taklide yönelmişlerdir. Paris caddeleri, Osmanlı kıyafetine girmiş Parisliler yüzünden İstanbul caddelerine bezenmiştir. Böylece Paris’te bir “Türk modası” olmuştur. (Çoktandır biz onların giyim kuşamını taklit ediyoruz.)
Büyükelçi sıcak yerlerde yelpaze kullandığı için herkes yelpaze kullanıyor, pek çok kişi de yelpazesine Büyükelçi’nin resmini çizdirip ayrıcalıklı görünmeye çalışıyordu. Büyükelçi’nin oturduğu mahalle ise, Maurice Herbette’in kaydına göre, “Türk mahallesi”ne dönüşmüştü.
Büyükelçi her yere davet ediliyor, gittiği tiyatrolar ağzına kadar doluyor, Büyükelçi’nin bulunduğu locanın çerçevesindeki locaların fiyatı ise ikiye, hatta üçe katlanıyordu. O kadar ünlüydü ki, artık ona “Paris Kralı” diyorlardı.
HEDEF SAHİBİ İNSAN OLMAK?
TARİHTEN GERİYE YAŞAYAN iki nesne kalır: Biri “ilham”dır, diğeri “ibret”. Tarihinden ibret ve ilham alabilen toplumlar, güvenli ve güçlü olurlar.
Önce Çaldıran yolundan bir kesit sunmak istiyorum: Malum, Yavuz Padişah, siyasi emeller uğruna inançları da kullanarak Anadolu’ya sarkan Safevi Şahı İsmail’e haddini bildirmeye gitmektedir.
Fakat sefer o kadar sıkıcı ve yorucudur ki, bir yerde yeniçeri kullar ayaklanır. Padişah’ın çadırını ok ve kurşun yağmuruna tutarlar. Vezirlerin çoğu ürküp askerin sözünü dinlemek gerektiğini yolunda padişahı etkilemeye çalışırken, padişah atına atladığı gibi yalın kılıç isyancıların arasına dalar ve aslanlar gibi kükrer:
“Korkaklar geri gitsün, beni sevenler ölümüne arkamdan gelsün!”
Cesarete aşık olan yeniçeriler sessizce atlarına binip padişahlarını takip ederler. Bu çıkışon sonu belli: Çaldıran Zaferi. Çıkardığım derse gelince…Başarı yatakta gelmez; başarılı olmak isteyen önce rahatını, yeri geldiği zaman da hayatını gözden çıkarabilmelidir.
Şimdi de “Feth-i Mısır”dan bir kesit sunmak istiyorum: Meşhur Sina Çölü geçiliyor. Sina Çölü tam bir dehşet alanıdır. Gecelerin dondurucu soğuğuyla gündüzlerin yakıcı sıcağı bir tana bırakılsa bile, kaynaşan akrepler, yılanlar, çıyanlar, örümcekler ölümün soğuk yüzünü yansıtıyorlar. Ayakkabılar kızgın kumda kavrulup büzüşüyor, ayaklar yara-bere içinde kalıyor. Sık sık çıkan fırtınalarda savrulan ince kum, kapağı ne kadar iyi kapatılmış olursa olsun su kırbalarının be yiyecek sandıklarının içine giriyor, bu yüzden aç ve susuz kalıyorlar.
Bazı vezirler zaman zaman padişaha dert yanıyor, çölü geçmenin imkansızlığını ona da kabul ettirmeye çalışıyorlar. Yavuz Selim ise her defasında kararlığını vurguluyor: “Meşru hedefe yürüyen padişahın önderi Peygamberdir!”
Top arabaları batıyor, askerler kavruluyor, padişah hiç kimseyi dinlemiyor: “Çöl inşallah geçilecektir, başka laf duymak istemiyoruz!”
Ağır topları taşıyan kağnı arabalarının batmaması için çölü sulatıp üzerinde ağır silindirler yuvarlamak suretiyle kumu sertleştiriyorlar.
Yavuz Padişah, sık sık atından inip yeniçerilere karışıyor, onlarla yürüyor, onlarla yeyip içiyor, umutların solmaya başladığı demlerde ise ok gibi fırlayıp azmin öncülüğünü yapıyor. Kah hasta bir askerin terini siliyor, kah kuma saplanan bir top arabasına omuz veriyor. Ter içinde, soluk soluğa kaldığı demlerde dinlenmesini rica edenlere, “Bizim rahmetimiz zahmettir” diyerek başka bir tarafa koşuyor.
Hocalar hilafetle kucaklaşmanın önemini vurgulayan konuşmalar yapıyor, bülbül sesli hafızlar gece-gündüz fetih ayetleri okuyarak askeri coşturmaya çalışıyorlar.
Bütün bunların kar etmediği bir noktaya geliniyor sonunda… Kimsede adım atacak takat kalmamış, özellikle yaşlı hocalar, yaşlı vezirler çok yorulmuşlardır.



Bütün konular: 64
Bütün postalar: 92
Bütün kullanıcılar: 25
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 


TÜRKİYE'DE TARİH EĞİTİMİNİ YETERLİ BULUYOR MUSUNUZ?
EVET
HAYIR

(Sonucu göster)


GÜNCEL DÖVİZ KURLARI
 
GÜNCEL ALTIN FİYATLARI
 
KÖŞE YAZILARI
 
 
Bugün 13 ziyaretçi (232 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol