MERHABA BEN MURAT CAN ŞANLI TARİHİMİZİ ÖĞRENMEK İSTİYORSANIZ DOĞRU YERDESİNİZ... (sitede görünen reklamların sitemizle ilgisi yoktur...)

   
 
  TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ

   TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ

 

Ermeniler; Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part, Sasani, Bizans, Arap ve Türklerin hakimiyeti altında yaşamışlardır. Ermenileri Bizans'ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını bahşeden, Selçuklu Türkleri olmuştur. Fatih döneminde ise, Ermenilere din ve vicdan hürriyeti en üst düzeyde verilmiş, Ermeni cemaati için dini ve sosyal faaliyetlerini yönetmek üzere Ermeni Patrikliği kurulmuştur.
Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu'nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu'ya girişlerinden sonra; Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici töre ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, "Ermenilerin altın çağı" olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin çalışan, liyakatli, dürüst ve üretken her teb'asına sağladığı imkanlardan Gayr-i Müslimler içinde en çok faydalananlar; Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka" olarak kabul edilmişlerdir.
İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşu tarihte eşine zor rastlanır bir olaydır: Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni episkoposluğunu, çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi, Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın, başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görülmüştür.
"Yeni bir bin yıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz." diyen günümüzün Ermeni Patriği II. Mesrob'un sözleri de bu olayın önemini doğrulmaktadır.
Nitekim, Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar ve hatta Osmanlı Devleti'nin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler yazanlar bile olmuştur.
Ancak Osmanlı Devleti'nin zayıflamaya başladığı dönemlerde, bazı devletlerin vaatlerine kanan Ermeniler, on binlerce Türk ve Ermeni'nin ölümüyle sonuçlanan isyan ve katliamlara başlamışlardır ve bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.
   SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE TÜRK - ERMENİ İLİŞKLERİ

 

VII. yüzyıl sonlarından itibaren Anadolu, Bizans hakimiyetinden çıkarak, önce Emevilerin, onlardan sonra ise X. yüzyılın sonlarına kadar Abbasilerin elinde kalmıştır. X. yüzyılın sonlarında Anadolu'nun tamamına Bizans yeniden hakim olmuştur.

Bizans İmparatoru Vasil II, hayatının son yıllarında Kafkaslar'da faaliyet göstermiştir. Ermeni Bağratuni hanedanından Gagik I'in (990-1020) ölümünden sonra bu bölgede karışıklıklar çıkmıştır. Bu durum Bizans İmparatoru'na başarılı bir müdahale fırsatı vermiştir. Gürcistan'ın bir kısmı gibi Van bölgesi de Bizans İmparatorluğu'na dahil olunmuş, Ermeni Ani hanedanlığı ise hayatı boyunca Gagik'in oğlu ve halefi olan İonnas Smbat'a kalmış, onun ölümünden sonra ise aynı şekilde Bizans İmparatorluğu'na katılmıştır.

Bizans İmparatorluğu, Ermenilerin yaşadıkları yerleri kendine katmakla kalmamış, aynı zamanda Ermeni tarihçi Urfalı Mateos'un da belirttiği gibi "Ermeni milletinin kumandanlarını kendi ev ve eyaletlerinden çıkarıp götürmüşler"dir.

1047-1048 yılında Selçuklu Veliahdı Hasan, Van Gölü bölgesine akınlara başlamıştır. Azerbaycan Genel Valiliği'ne atanan İbrahim Yınal, Tuğrul Bey'den aldığı buyruk üzerine, Kutalmış ile birlikte harekete geçerek Eylül 1048'de Pasin Ovası'nda Liparit, Aaron ve Katakalon kumandasındaki Bizans Ordusu'nu bozguna uğratmıştır.

Ölen Bizans İmparatoru Konstantin Dukas'ın (Mayıs 1067) yerine geçen karısı ile evlenerek iktidarı ele geçiren Romanos VI. Diogenes, Selçuklulara karşı savaşı derhal ele almış, fakat ordusunun aşırı güçsüzleşmesi nedeniyle büyük bir güçlükle de olsa çoğunluğu yabancı asıllı ücretlilerden (Peçenek, Oğuz, Norman, Frank, Ermeni, Slav, Bulgar, Alman, Hazar, Gürcü) oluşan bir ordu toplamıştır.

Bizans İmparatoru Malazgirt'e doğru yola çıkmadan önce, harpten dönünce Ermeni mezhebini ortadan kaldıracağına yemin etmiştir. Bizans imparatorunun ordusu, 26 Ağustos 1071 tarihinde Sultan Alparslan'ın ordusuna saldırmış, fakat bozguna uğramıştır. Bizans İmparatorunu esir alan Alparslan, barış imzaladığı Diogenes'i tahta dönmesi için büyük bir törenle İstanbul'a uğurlamıştır.

Uzun yıllar Bizans hakimiyeti altında yaşayan Ermenilere Bizanslıların nasıl davrandıkları konusunu, o dönemleri yaşayanlardan dinlemiş ve yazmış olan Urfalı Mateos şu şekilde aktarmıştır:
"... Onlar (Romalılar) Katogikosu (Haçik'i), mezhebi için türlü işkencelere maruz bırakmışlardır. Duyduğumuza göre onlar, onu ateşle tazip etmişler, fakat o, alevlerin içinden sağ ve salim çıkıyordu."
"İki yıl sonra (993-994) büyük Roma dükü, büyük bir ordu ile beraber Ermenilere karşı yürüdü, Hıristiyanların üzerine atılıp onları kılıçtan geçirdi ve esaret altına aldı. O, zehirli bir yılan gibi her yere ölüm götürdü ve böylelikle, dinsiz milletlerin yerini tutmuş oldu."

Türkler, Bizanslılarla birlikte kendilerine karşı savaşan Ermenilere nasıl davranmışlardır? Bizanslıların yaptıkları gibi onları hakir mi görmüşler, zulüm mü yapmışlar, yoksa kilise ve manastırlarını mı yakmışlardır? Ermeniler başta olmak üzere, Selçuklu yönetiminde yaşayan bütün gayrimüslim azınlığa gösterilen hoşgörüyü Urfalı Mateos şu şekilde kaydetmiştir:

"539 (27 Şubat 1090-26 Şubat 1091) tarihinde Ermeni Katogikosu Barseg, cihangir sultan Melikşah'ın yanına gitti. Katogikos bazı yerlerde Hıristiyanların tazyik edildiğini, Allah'ın kiliseleri ile ruhanilerden vergi istenildiğini ve manastırlarda piskoposların vergi için tazyik edildiğini görüp, İranlıların ve bütün Hıristiyanların âlicenap ve tatlı sultanının huzuruna gidip, bütün bunları ona arz etmeye karar verdi. Sultan, senyor Barseg'i huzura kabul edip, ona büyük iltifat gösterdi ve onun arzularını yerine getirdi. Sultan, bütün kilise ve manastırları ve ruhanileri vergiden muaf tuttu ve Ermeni katogikosuna fermanlar verip onu iltifatla uğurladı."

Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi Selçuklu Türkleri, Ermenilere ve diğer gayrimüslim halka Bizanslıların göstermediği hoşgörüyü göstermiş ve onların dinlerini ve sosyal yaşantılarını korumalarını sağlamıştır. Bu anlayış, Anadolu Selçukluları döneminde de devam etmiştir. Gösterilen tüm bu hoşgörülere rağmen, bazen Ermenilerin Bizanslıların ve Haçlı Seferleri sırasında Haçlıların yanlarında yer aldıkları da bilinmektedir.

KAYNAK:
Yıldırım, Dr. Hüsamettin; Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara 2000.
 OSMANLI-ERMENİ İLİŞKİLERİ

 

Osmanlı devletinin ilk kuruluş yıllarında Ermeniler, genellikle Çukurova, Doğu Anadolu ile Kafkasya bölgelerinde küçük prenslikler ve beylikler halinde ve dağınık durumdaydılar. İran, Bizans, Gürcü, Selçuklu devletleri ve diğer küçük devlet ve beyliklerle karışmışlardı ve bunların yönetimi altındaydılar.

Ermenilerin Osmanlılarla ilk ilişkileri, çok azınlıkta bulundukları Anadolu'nun batı bölgesinde başlamıştır. Osman Gazi 1324 yılında Bursa'yı devlete merkez yaptıktan sonra, Kütahya'daki Ermenilerin çoğunluğu ve Ermeni ruhani reisliği Bursa'ya nakledilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet 1453'de İstanbul'u aldıktan sonra Ermenilerin Bursa'daki ruhani başkanı Hovakim'i İstanbul'a getirmiş ve 1461'de yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikliği'ni kurdurmuştur. Yavuz Sultan Selim'in 1514-1516'da Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu'yu fethetmesiyle buradaki Ermeniler de aynı cemaat bünyesine alınarak İstanbul Patrikliği'ne bağlanmışlardır.

Tarihlerinde hiçbir devletten ve hükümdardan görmedikleri ilgiyi Osmanlı devletinden gören Ermeniler, Türk milletine samimi olarak bağlanmışlardır. Bu yüzden kısa bir süre içinde çeşitli yerlerden İstanbul'a göçen Ermeniler büyük bir cemaat oluşturmuş ve dünyanın en refah içindeki cemaatlerinden birisi haline gelmişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet'ten Sultan II. Mahmud'a kadar 350 yıllık süre içinde Hıristiyanların ve dolayısıyla Ermenilerin dini ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmamıştır. "Amira" denilen bankerlerden, tüccarlardan ve devlet memurlarından oluşan Ermenilerin yardımıyla; birçok okul, matbaa, kütüphane açılmış, birçok Ermeni genci öğrenim yapmak ve sanat öğrenmek üzere Avrupa'ya gönderilmiştir. Aynı dönemde bu haklardan Rusya yönetimindeki Ermeniler yararlanamamışlardır.

Ermeni Patriği Nerses 1876 yılında Vatandaşlık Meclisi Şurası'na sunduğu mektubunda, "Şayet günümüze kadar Ermeni milleti, millet olarak korunduysa ve inancını, kilisesini, dilini, tarihi ve kültürel değerlerini koruyorsa, tüm bunlar Türk hükümetinin Ermeni milletine gösterdiği koruma, yardım ve hayırseverlik sayesindedir. Kader, Ermenileri Türklere bağlamıştır. Bundan dolayı Ermeniler, devletin savaş ve ağır sınav günlerinde buna kayıtsızca davranamaz. Aksine her zaman oldukları gibi ona yardım etmek zorundadırlar. Vatanını seven Ermeni, devlete yardım ederek, Ermeni milletinin hizmet ve yardımının en iyisini görecektir." demektedir. Görüldüğü gibi Patrik Nerses, Ermenilerin Osmanlı yönetiminde sahip oldukları haklar sayesinde benliklerini muhafaza ettiklerini belirtmektedir.

Osmanlı devleti, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile yapmayı vaadettiği ıslahatları ilân etmiş, ancak gayrimüslimler verilen yeni haklardan memnun kalmamışlardır. Tanzimat ile gayrimüslimlere askerlik mükellefiyeti getirilmiş, devlet memuriyetleriyle idari ve askeri okullara girmelerine izin verilmiştir. Buna dayanarak Ermeniler, 1863'de yürürlüğe giren 99 maddeden oluşan Ermeni Milleti Nizamnamesi'ni bir fermanla Babıâli'ye onaylatmışlardır.

Osmanlı yönetimindeki diğer gayrimüslim azınlıklar gibi Ermeniler de her zaman birinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşler; askere gitmedikleri gibi, özellikle ticari hayatta kilit noktaları ellerine geçirmek suretiyle, toplum içinde ön plana çıkmışlar, zengin olmuşlardır.

Devlete bağlılıkları, Türk adetlerini benimsemeleri, hatta iyi Türkçe konuşmaları, Ermenilerin devlete ait resmi veya özel işlere atanmalarına sebep olmuştur. Bu bakımdan 16. yüzyılda Ermeni asıllı Mehmet Paşa gibi vezirlik rütbesine kadar yükselen devlet adamları, 18. yüzyılda Divrikli Düzyan soyundan saray kuyumcuları ve sonradan Darphane bakanları, Sasyan ailesinden saray doktorları, 19. yüzyılda Bezciyan ailesinden Darphane bakanları, Dadyan ailesinden Baruthane bakanları devletin en yüksek kademelerinde görevler yapmışlardır. 19. yüzyılda ve Abdülhamit devrinde ve sonrasında ise Ermeni dış işleri görevlileri ve bakanlar bulunmaktadır. Ayrıca birçok Ermeni de Osmanlı devlet adamlarına danışmanlık yapmıştır.

Ermeniler iddia edildiği gibi soykırıma uğrayan bir topluluk değil, devletin her kademesinde, her meslekte önemli yerler edinmiş bir grup olmuştur.

Osmanlı-Ermeni ilişkileri açısından en çarpıcı açıklamalar, bizzat Türkiye'deki Ermeni cemaatinin önderlerinden gelmiştir. Ermeni Patriği II. Mesrob, 22 Mayıs 1999 günü Hilton Oteli'ndeki resepsiyonda yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır:

"3. Binyılın eşiğindeyiz. İnsanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını kutlamaya hazırlanıyoruz. Bunun hepimiz için büyük fırsat olduğunu düşünüyorum. Geleceğimizi kıtaların, kültürlerin ve halkların birlikteliği düşüyle tayin etme fırsatı...

İnsan hayatına, kişisel hak ve özgürlüklere saygı, adil ve her türlü şiddetten uzak bir dünya hepimizin ortak özlemi.

Önümüzdeki bu dönüm noktası yalnızca eşsiz bir fırsat değil, aynı zamanda çetin bir sınav sunuyor bizlere. Geride bırakmaya hazırlandığımız 2. Binyıl trajik olaylarla doluydu.

Yine de geride bıraktıklarımız arasında hep saygıyla yad edeceğimiz, önümüzdeki binyıllarda da sevinçle kutlayacağımız nice olaylar yok değil.

Tıpkı bugün kutladığımız gibi...

İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşu tarihte eşine rastlayamayacağımız bir olaydır.

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni episkoposluğunu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir.

Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü.

Yeni bir binyıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz.

İmparatorluk sınırları içindeki Ermeni toplumunun hayatını onun örf ve adetlerine göre düzenleyen Fatih Sultan Mehmet'i, onun doğrultusunda ülkeye hizmet eden devlet adamlarını ve 1461'deki ilk İstanbul Ermeni Patriği Bursalı Hovagim'den başlayarak bu makama sadakatle hizmet eden 83 patriğimizi sevgiyle ve minnetle anıyoruz.

Biz Türkiye Ermenileri, ülkemizde yaşayan en kalabalık Hıristiyan cemaati olarak 75. yılını coşkuyla kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti'nin aydınlık geleceğine tüm kalbimizle inanıyor ve yarınlara ümitle bakıyoruz."



KAYNAK:
(1) Çarıkçıyan,Komidos; Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler (1453-1953), İstanbul 1953.
(2) British Documents on Ottoman Armenians (4cilt), 1983, 1989, 1990,Türk Tarih Kurumu
(3) Göyünç, Nejat; Osmanlı İdaresinde Ermeniler, 1983-4)
(4) Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu, Atatürk Üniversitesi, 1985
(5) Türk Tarihinde Ermeniler (Tebliğler ve Panel Konuşmaları). 9 Eylül Üniversitesi,1985-6)
(6) Şimşir, Bilal; Osmanlı Ermenileri, 1986-7)
(7) Ataöv, Türkkaya; Osmanlı Arşivleri ve Ermeni Sorunu, 1989
   BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİNDE TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ

 

Osmanlıların 1 Kasım 1914'te İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı savaşa girmesi, Ermeni komitelerince büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Gönüllü alaylar kurarak Rus saflarına katılan Ermeniler, Rus işgal kuvvetleriyle birlikte Doğu Anadolu topraklarına girmişlerdir. Ayrıca, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yeni isyanlar çıkartılmış, Osmanlı kuvvetleri arkadan vurulmuş, sivil Türk halkı büyük bir katliama uğratılmıştır. Bu katliam yalnızca Türkleri hedef almamış Trabzon civarındaki Rumlar ve Hakkari çevresindeki Museviler de Ermeniler tarafından katledilmişlerdir.

Osmanlı Devleti savaşa girmeden kısa bir süre önce Haziran 1914'te Erzurum'da Taşnaksutyun komitesi toplanmış ve şu kararları almıştır:

"İttihat ve Terakki Hükümeti'nin, Hıristiyan unsurlara ve özellikle Ermenilere karşı eskiden beri takip ettiği iktisadi, sosyal ve idari birbirine zıt politika, baskıyı ve ıslahatı uygulama konusunda gösterdiği aldatıcı hareketleri göz önünde tutan Taşnaksutyun Kongresi, İttihat ve Terakki'ye karşı muhalefet durumunda kalmaya, onun siyasi programını eleştirmeye, kendisine ve teşkilatına karşı şiddetle mücadeleye girişmeye karar vermiştir."

Osmanlı seferberlik ilan eder etmez, Marsilya'da yaşayan Türk Ermenileri 5 Ağustos 1914'de bir beyanname yayınlamışlardır. Çeşitli gazetelerde yayınlanan söz konusu beyannameden birkaç cümle şöyledir:

"Rus Ermeniler, Moskova orduları saflarında, kardeşlerimizin cesetleri üzerine yapılan tahkirin intikamını almak için, vazifelerini yapacaklardır. Bize Türk tahakkümündeki Ermenilere gelince, hiçbir Ermeni'nin silahı, ikinci vatanımız olan Fransa'ya ve onun müttefik ve dostlarına çevrilmemelidir.

(...)

Ermeniler, kime karşı olduğunu söylemeden Türkiye sizi silah altına çağırıyor; demiryollarının rayları 300.000 kardeşimizin cesetlerinden geçen II. Wilhelm'in ordularını ezmeye yardımcı olmak için Fransa ve onun müttefiklerinin ordularına gönüllü yazılın..."


Savaş başlayınca Ermenilerin Ruslarla işbirliğine giriştiklerini hemen her kaynakta bulabiliyoruz.


Bu konuda Philips Price şu ifadeleri kullanmaktadır:

"... Savaş patlak verince bu bölgelerdeki Ermeniler (Doğu vilayetleri kastediliyor) Kafkasya'daki Rus makamları ile gizlice temasa geçtiler ve geliştirilen bir yer altı teşkilatı ile bu Türk vilayetlerinden Rus ordusuna gönüllü sevk edilmeye başlandı..."

Rafael de Nogales şunları yazmaktadır:

"Savaş fiilen başlayınca, Meclis'teki Erzurum Mebusu Garo Pasdermichan (Pastırmaciyan) üçüncü ordudaki hemen bütün Ermeni Subay ve askerlerle öte tarafa Rusya'ya geçti. Kısa bir süre sonra onlarla geri dönerek, köyleri yakmaya, ellerine geçen bütün masum Müslümanları insafsız şekilde kılıçtan geçirmeye başladı. Bu kanlı mezalimin zaruri karşılığı, Osmanlı makamlarının, her halde henüz kaçmayı başaramadıkları için, halen orduda bulunan Ermenileri askerlerle jandarmaları silahtan soyutlayarak, onları yol inşaatında ve malzeme nakliyatında kullanılmak üzere iş taburlarına nakletmesi oldu."

Clair Price ise şöyle yazmaktadır:

"1908 Anayasası gereğince Enver Hükümetinin askerlik çağına gelmiş Türkler gibi Ermenileri de silah altına çağırmak hakkı vardı, ama, silahlı bir karşı koyma, özellikle Zeytun'da derhal başladı. Doğu hudutları boyunca Ermeniler Rus ordusuna kaçmaya başladılar. Enver Hükümeti geri kalanların sadakatinden şüphe ederek onları iş taburlarına sevk etti."

Osmanlı Hükümeti 3 Ağustos'ta seferberlik ilan etmişti. Zeytun'lu Ermeniler Osmanlı bayrağı altında bulunmayı istemeyerek kendi subaylarının yönetiminde bir Zeytun Fedai Alayı kurarak bölgelerini korumak istemişler, tabiatıyla kabul edilmeyen bu talepleri üzerine 30 Ağustos tarihinde fiilen isyan etmişlerdir. Takip sonunda 60 kadar asi silahları ile yakalanmış ve bir süre sakinlik oluşmuşsa da Aralık ayında, Zeytunlular yeniden mülkiye memurlarına ve jandarmalara saldırmaya başlamışlardır.

1915 Mayıs ayına gelindiğinde, Ruslar Doğu Anadolu'da ilerler, İngiliz ve Fransızlar Çanakkale'yi zorlar ve Güney'de kanal harekatı yapılırken, ülkenin iç durumu budur. Zeytun, Van ve Muş'ta isyan çıkmıştır. Van isyanı, şehrin Rusları tarafından işgaline yol açmıştır. Zeytun ve Muş isyanı devam etmektedir. Ülkenin her tarafı asker kaçakları ile dolu, her taraf çetelerin saldırılarına maruz, eli silah tutan Türklerin askere gitmeleri neticesinde meydan Ermenilere kalmıştır. Devlet bir taraftan savaşırken, bir taraftan da isyanlarla uğraşmaktadır. Osmanlı böyle bir durumda tehcir kararı almak zorunda kalmıştır(1).

Türkiye'deki Ermenilerle ilgili olarak savaş içinde alınan bir karar daha vardır ki, Patrikhane'yi ilgilendirir. 10 Ağustos 1916 tarihli Takvim-i Vekayi'de neşredilen yeni bir nizamname ile, Türkiye'deki Ermeni Kiliselerinin Eçmiyazin (Vagrsabat: Erivan'ın batısında) ile ilgisi tamamen kesilmiş, Sis ve Akdamar Katogikoslukları birleştirilip, Katogikosluğun merkezi Kudüs'e nakledilmiş ve İstanbul Patrikliği de bu Katogikosluğa bağlanmıştır. İstanbul Patriğinin ise ancak mezhepler nezareti ile temas edebileceği hükme bağlanmıştır. Nizamname ayrıca Patrik seçimi ve Patrikhane Meclislerine de yeni bir şekil vermiştir(2).

KAYNAK:
(1) Gürün, Kamuran, Ermeni Dosyası, TTK Basımevi, Ankara 1983, sh. 193-209
(2) Gürün, a.g.e., sh. 229

 

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ (1919-1922)

 

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusuna karşı, Galip Devletler yanında savaştığını ileri süren Ermeniler, İmparatorluk topraklrının paylaşılmasıyla ilgili olaral Paris’te toplanmış bulunan konferansta sahneye çıktılar ve doğuda Kafkasya’dan Akdeniz’e kadar uzanan ve Anadolu’nun hemen hemen yarısını içine alan, “Büyük Ermenistan” kurma hayallerini savundular. Ermeniler bu emellerini gerçekleştirmek için, Birinci Dünya Harbi sonlarında Erivan bölgesinde kurmuş oldukları Ermenisdtan devleti sınırları içinde ve dışında kalan, özellikle Erivan, Kars ve Nahçıvan bölgelerindeki Türkleri kitle halinde yok etmeye ya da başka yerlere göçe zorladılar. Ermenilerin Türkleri katletmesi olayları, Türk Ordusunun Mondros Mütarekesi hükümlerine göre bölgeden çekilmesi üzerine daha da yoğunlaştı.
Bölgede yaşayan Türk halkı kendilerini Ermenilere karşı korumak için milli şuralar kurdular. Bunlar Artvin, Ahıska bölgelerinde Acara Milli Şura Hükümeti, Kars, Ardahan, Göle bölgesinde Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti, Kağızman Milli Şurası, Kulp, Zenginbaşar, Nahçıvan ve Ordubad Milli Şuraları idi.
Anlaşma Devletleri ve özellikle İngiltere, Türkiye’nin doğuda Ruslarla bağlantı kurmalarını engellemek için Dünya Savaşı sonlarına doğru Azerbaycan, Gürcüstan ve Ermenistan’da oluşan bir Kafkas Bloku kurmuşlardı.
Kurulan bu Şura Hükümetlerinin komşuları Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan 9 Nisan 1918’de Rusya’dan ayrılıp Kafkaslar Ötesi Birliği Cumhuriyeti’ni kurdular. Arkasından Gürcistan istiklalini ilan edip Almanların himayesine girince bu Cumhuriyet dağıldı ve üç bağımsız devlete bölündü.
Mondros Mütarekesinden sonra bir generalin komutasında Kars’a gelen İngiliz birliği, başlangıçta Milli Şura’yı kabul etmişti. Fakat 13 Nisan 1919’da Şura’yı basarak dapıttılar ve bölgenin idaresini ellerine aldılar. 29 Nisan 1919’da ise Kars’a Ermeni askerlerini getirerek idareyi Ermenilere devrettiler. Böylece Ermeniler İngilizlerin yardımıyla Türk topraklarına girdiler ve Güneybatı Kafkas ile Nahçıvan Şura Hükümetlerinin bölgelerini işgal ettiler.
Ermeni çeteleri işgal ettikleri bölgelerdeki Türkleeri katletmeye devam ederken silahlı kuvvetleri ile de hudutlarını genişletmek için hazırlıklarını sürdürdüler, İngilizlerden yeteri kadar asker yardımı aldılar, Batı Anadolu’da Yunanlıların Milen Hattından ikinci işgal harekatına başladıkları gün (22 Haziran 1920) Ermeniler de doğudan batıya Oltu Bardız’a doğru taaruza başlamışlardı.
Oltu bölgesinde çok kanlı çarpışmalar oldu ve Kuvayi Milliyenin yaptığı baskınlar sonucunda Ermeni taarruzları kırıldı.
Bardız bölgesinde ise Kuvvayi Milliye, üstün Ermeni kuvvetleri karşısında tutunamayarak geri çekilmek zorunda kaldı. 9uncu Türk Kafkas Tümeninin karşı taarruzları ile bu bölgedeki Ermeniler de bozguna uğratıldı.
Tümeninin karşı taarruzları ile bu bölgedeki Ermeniler de bozguna uğratıldı.
Ermenilerin Türk topraklarının işgalleri sırasında, Gürcülerde İngilizlerin yardımıyla önce Ahıska’yı işgal ettiler. 1920 Şubat ayı içinde ise Şavsat’ı, Ardanuç’u ve Ardahan’ın bir kısmını işgal ettiler. Batum’u da işgal etmek üzere hazırlandıkları sırada bölge halkının İngilizlere müraacatı üzerine işgal edemediler ve Batum civarı İngilizlerin kontrolünde kaldı.
3 Mayıs 1920’de Sovyet Kızılordusunun Gürcistan üzerine yürümesi karşısında Batum’da bulunan İngilizler, Gürcüleri Bolşeviklere karşı direnmeyi teşvik maksadıyla 7 Mayıs 1920’de Artvin’deki kuvvetlerini çekerek burasını Gürcülere teslim ettiler. Ayrıca Gürcistan’ın ekonomik çıkarlarını sağlama bağlamak kaydıyla, daha önce tarafsızlığını ilan ettikleri Batum’u da Gürcistan’a terk ettiler.
Ermenilerin gerek yukarıdaki Türkler aleyhini geliştirdikleri olaylara, gerekse Haziran 1920’den itibaren Oltu bölgesinde başlattıkları taarruz ve işgal hareketlerini TBMM Hükümeti olarak artık bir son vermenin zamanı gelmişti. Ayrıca bu sıralarda siyasi yönden Ruslar ile başlayan ilişkileri geliştirebilmek bakımından, direkt olarak sınırdan bağlantı kurmak ve işgal altındaki Türk topraklarını kurtarılmak zorunlu bir hal almıştı.
Doğu Cephesinde harekata katılabilecek Türk Kuvvetlerinin durumu şöyle idi:
Mondros Ateşkes hükümlerine göre doğudaki Türk kuvvetlerinin, Kafkasya ve İran’ı boşaltıp 1878’den sonraki sınır gerisine çekilmesinden sonra 9 uncu Ordu lağvedilmiş ve yerine 15 nci Kafkas Tümenleri ile 12 nci Piyade Tümeni ve Erzurum Mustahkem Mevkiinden oluşan bu kolordunun Doğu Cephesindeki konuşu şöyleydi:
15 nci Kolordu Karargahı ve Bağlı Birlikleri Erzurum’da; 11 nci Kafkas Tümeni Doğu Beyazıt-Van-Erciş Bölgesinde, 12 nci Piyade Tümeni Horosan doğusunda ; 3 üncü Kafkas Tümeni Trabzon bölgesinde; 9 uncu Kafkas Tümeni Erzurum- Hasankale bölgesinde bulunuyorlardı. Bunların dışında Kuvvayi Milliye ruhu ile teşkil edilen Çoruh Grubu Gürcülere karşı Artvin bölgesinde, 1 nci ve 2 nci Grupları Karadeniz kıyılarını korumak üzere Arhavi ve Rize bölgesinde, Pontus çetelerine karşı mücadele veren 3 ncü Grup Trabzon’da, 4 ncü Grup Gümüşhane’de, Alpaslan Grubu Giresun bölgesinde bulunuyor idi.
Ermeni Kuvvetleri: Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Türk ordusuna bir çok kez yenilerek parçalanmış olan Ermeni ordusu, İngilizlerin desteği ile yeniden düzenlenmekteydi. 15 nci Kolordu Komutanlığı’nın istihbaratına göre, üç piyade tümeniyle bir süvari tugayı ve kolordu topçusundan oluşan 7 nci Ermeni Kolordusu’nun 15 Mayıs 1919’daki konuşu da şöyleydi:
7 nci Kolordu Karargahı ve bağlıları Erivan’da; bir piyade tümeni Erivan çevresinde diğer bir piyade tümeni Gümrü (Leninakan), bir tümeni de Kars çevresinde bulunuyordu.
Yukarıda açıklanan amaçların gerçekleşti­rilmesi için Kazım Karabekir Paşa komutasın­daki Doğu Cephesi Komutanlığı birlikleri, TBMM'den aldığı yetkiyle 28 Eylül 1920'den iti­baren Sarıkamış-Kars-Gümrü (Leninakan) genel doğrultusunda taarruza başladı. 29 Eylül'­de Sarıkamış, 30 Ekim’de de Kars geri alındı. İleri harekatını sürdüren Türk kuvvetleri, 7 Kasım 1920'de Gümrü’deki son Ermeni direnişi­ni kırarak, doğuda ilk zaferini kazandı.
Ermenilere karşı girişilen bu harekat so­nunda tesbit edilen iki taraf kayıpları şöyleydi:
Türk Kayıpları : Toplam 6 şehit, 21 yaralı­dan ibaretti.
Ermeni Kayıpları : 51'i Kars'ın işgaliyle ilgili harekat ve muharebelerde olmak üzere, toplam 95 ölü, yine Kars'a yapılan harekatta, içlerinde biri bakan olmak üzere bir kısım yük­sek memurlarla birlikte üçü general ve çeşitli rütbede 50 subayla, sayılan 500'ü bulan er esir edilmişti.
Gümrü (Leninkan) Barış Antlaşması (3 Aralık 1920)
TBMM' Hükümeti kuvvetlerinin Doğu Cep­hesinde askeri alanda Ermenilere karşı elde etmiş olduğu zafer üzerine, 28 Kasım 1920'de Gümrü de toplanmış bulunan Türk ve Ermeni delegeleri arasında 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı.
17 Kasım 1920'de yenilgiyi kabul ederek mü­tareke istiyen Ermenilerden mütareke şartı olarak biner mermisi ile birlikte 2000 tüfek, 3 batarya seri ateşli dağ topu, koşulu 40 makinalı tüfek alındı.
Bu Antlaşma gereğince doğuda tes­bit edilen sınır sonradan Moskova ve Kars Ant­laşmaları ile de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu sınırdır. Bununla Türk toprakları olan Kars İl’i anavatana kavuştuğu gibi Ermeni işgalin­deki Iğdır ve Tuzluca İlçeleri de, Kars İl'i sınır­ları içinde olarak Türkiye'ye bırakılmış oluyor.­
Antlaşma'nın 18 nci Maddesi’ne, göre, bu Antlaşma iki tarafın hükümetlerince onaylana­cak ve suretleri Ankara'da, teati edilecekti.Fakat Antlaşma'nın imzasından bir gün sonra Ermeni Taşnak Hükümeti orta­dan kaldırılmış ve Ermenistan, Kızıl Ordu tara­fından işgal edilmişti. Bu yüzden Gümrü Ant­laşması da onaylanamamıştı. Bunun yerine, ön­ce 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması, daha sonra 13 Ekim 1921'de Türkiye - Sovyet Rusya ve Ermenistan arasında Kars Antlaşma­sı imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Kars Ant­laşması hükümleri Moskova Antlaşması hüküm­lerinin aynıdır.
Doğu Cephesi Komutanlığı'nca Ermenilere karşı girişilen harekatın zafere ulaşmasıyla doğuda Ermeniler ile imzalanan Gümrü Antlaş­ması, ANKARA HÜKÜMETİ'nin ilk siyasi anlaşmasıdır. Ermeniler, bu ve diğer anlaşmalarla Sevr Anlaşmasını reddetmişler ve bugünkü Türk-Ermeni sınırını kabul etmişlerdir (*).
(*) Görgülü, İsmet; Ana Hatlarıyla Türk İstiklal Harbi, Kastaş Yayınevi, 2. Baskı 1999, s.53-60
 
SEVR VE LOZAN ANTLAŞMALARINDA ERMENİLER
 
Osmanlı Devleti'nin savaştan yenik çıkmasıyla imzalanan Sevr Antlaşması, Ermenileri bir kez daha umutlandırmıştır. Bu antlaşmada Ermenistan'ın özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanınması öngörülmekte, sınırın tespiti ise ABD Cumhurbaşkanı Wilson'ın takdirine bırakılmaktadır. Sevr Antlaşması'nı geçersiz kılan ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'nda ise Ermeniler hakkında hiçbir hüküm yer almamaktadır.

1920 yılı sonlarında Doğu Anadolu Cephesi'ndeki Türk ileri harekatının başarılı sonuçlara ulaşması üzerine, Milletler Cemiyeti, İngiliz Temsilcisi Lord Robert Cecil, Ermenilerin durumunu düzeltmek ve Ermenilerden geriye kalanları sözde karşılaşacakları tehlikeden kurtarmak amacıyla gereken önlemleri almak ve Türkiye'de zaman ve şahıslara göre değişmeyen bir durumu yaratmak için öneri vermiş; Genel Kurul da toplantıya çağrılmıştır. Bu toplantıda, ilgili hükümetlerle anlaşarak Ermeni sorununu acele bir çözüm bulmak ve Ermenilerle Türkler arasındaki çatışmayı sona erdirmek için bir devletin görevlendirilmesi ve bu konuda bir rapor hazırlanması amacıyla bir komisyon kurulması kararı verilmiştir.

27 Şubat 1921'de Londra'da bir konferans toplandı. Bu konferansta Ermeni delegelerinden Boghos Nubar ve Aharunyan da dinlenmiştir. Her iki Ermeni delegesi de, Sevr Antlaşması'nın yürürlükte kalması için direnmişler ve bunun için pek çok neden göstermişlerdir. Ermeni delegeleri, Kilikya için özerklik istemişlerdir. Fransız delegesi, Kilikya'daki durumun değiştirmenin güç olacağını, ancak Fransız Hükümetinin buradaki azınlıklara önem vereceğini söylemiştir. Konferansın önemli sonuçlarından biri Türkiye topraklarında "bağımsız bir Ermenistan" kurulması yerine, Ermeniler için Doğu Anadolu'da bir "ocak kurulması" kararının çıkmasıdır.

Londra Konferansı'nda, Sevr Antlaşması'ndaki hür ve bağımsız bir Ermeni devleti yerine, ortaya ne olduğu belirsiz bir "ocak" sözcüğü çıkmıştır. Bu değişik sözcük, Türklerin yönetimi altındaki Ermenilere özerklik sağlamak amacıyla Amerikalı misyonerler tarafından bir uzlaşma şekli olarak ortaya atılmıştır. Milletler Cemiyeti, 21 Eylül 1921'de bu ocağın Türkiye'den ayrı ve bağımsız olmasına karar vermiştir.

Ermeni delegeleri, "ocak" kararına karşı çıkmışlar; bağımsız, birleşik ve bütün bir Ermenistan kurulması amacını savunmuşlardır. 1922 yılında Paris'te toplanan İngiltere, Fransa ve İtalya dışişleri bakanları, 1921 yılı Mart ayında Londra'da toplanan konferansta kurulmasına karar verilen Ermeni yurdunu konuşmuşlardır. Milletler Cemiyeti'nin de bu konudaki kararına uyulacaktır. Ancak bu tarihten önce, 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması; sonra da Kafkas Cumhuriyetleriyle Türkler arasında 13 Ekim 19121'de Kars Antlaşması; Fransızlarla da 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması yapılmıştır. Kilikya'nın Türklere verileceği anlaşılmaktadır.

Lord Curzon, Nisan 1921'de Lordlar Kamarasında; "Kilikya'da çoğunluk İslamlarda ve Türklerde olduğundan, Kilikya'nın Türkler terk edilebileceğini" söylemiştir. Bu durum Kilikya'daki azınlıklar adına Paris Barış Konferansı'nda protesto edilmiştir.

26 Mart 1922'de İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları, Paris'te bir toplantı yaptılar. Sevr Antlaşması'nın Ermenilere tanıdığı haklar kalkmış ve bağımsız bir Ermenistan yerine ilk defa Londra Konferansı'nda milli bir Ermeni yurdu teşkili projesi ortaya atılmıştır. İngiltere, bu milli yurdun (ocak) Kilikya'da, Fransızlara göre de Doğu Anadolu'da kurulmasını önermiştir. Bu toplantıdan da özetle şu karar çıkmıştır:

"Ermenilerin durumumu, bunların karşı karşıya kaldıkları müthiş felaketler ve müttefik devletlere karşı savaşta yaptıkları yardımlar dolayısıyla göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenle Ermenilerin korunması ve durumlarına bir çare bulunması için milli bir ocak kurulması amacıyla Milletler Cemiyeti'nin yardım etmesi rica olunur."

Böylece Paris'te toplanan Müttefik Devletler Dışişleri Bakanları, Sevr Barış Antlaşması ve Londra Konferansı isteklerinden ayrılarak işi en sonunda Milletler Cemiyeti'ne aktarmışlardır.

Türk ordusunun Garp Cephesi'nde 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan ve 30 Ağustos 1022'deki Başkomutanlık Meydan Muharebesi'yle sonuçlanan zaferinden sonra, 11 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya Antlaşması imzalanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti delegeleri, İtilaf Devletleri tarafından 28 Ekim 1922'd6e İsviçre'nin Lozan Şehrinde yapılacak barış konferansına davet edilmiştir.

Ermeni sorunu Lozan'da "Azınlıklar Sorunu" arasında görüşülmüştür. Azınlıklar için ileri sürülen maddelerin özeti şöyledir:
  1. Türkiye'de azınlıklara dil, din ve benzeri konularda bazı haklar sağlanmalı ve bu haklar Milletler Cemiyeti tarafından denetlenmeli.
  2. Hıristiyanlar askerlik yapmamalı, buna karşılık para olarak bedel vermeli.
  3. Din ve mezhep ayrıcalıklarının aynen kalmalı.
  4. Azınlıklar için genel af çıkarılmalı.
  5. Seyrüsefer serbestliğinin tanınmalı.
  6. Yerlerinden göç etmiş olan Ermenilerin eski yerlerine tekrar dönmelerine izin verilmeli.
  7. Ermenilere Doğu Anadolu'da ve Kilikya'da bir yurt verilmeli.
Lozan Konferansı'nın 13 Aralık 1922 tarihli toplantısında azınlıkların korunması konusunda İngiliz delegesi Lord Curzon, yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

"Şimdi Ermenilerden söz edeceğim. Bunlar yalnız birkaç batından beri karşılaştıkları, medeni alemi dehşete düşüren zulümlerden dolayı değil, fakat gelecekleri hakkında kendilerine verilmiş olan güvence nedeniyle göz önüne alınmaya layıktır.

Şimdi bir Sovyet Cumhuriyeti olan Erivan'da bir Ermeni hükümeti vardır. Bana söylediklerine göre burada 1.250.000 nüfus mevcuttur. Her taraftan gelen göçmenlerle sıkışıklık artmış ve artık kimseyi alamaz bir hale gelmiştir. Diğer taraftan Kars, Ardahan, Van, Bitlis, Erzurum'daki Ermeniler zarar görmüşlerdir.

Fransızlar Kilikya'yı boşaltırken buradaki Ermeni halk da korkudan Fransız ordusunu izlemiştir. Şimdi bunlar İskenderun, Halep, Beyrut şehirlerinde ve Suriye'nin Türkiye sınırı boyunca dağınık bir haldedir. Sanıyorum ki, evvelce üç milyon olan bu Ermenilerden şimdi Anadolu'da 130.000 kişi kalmıştır. Pek çoğu Kafkasya'ya, Rusya'ya, İran'a ve diğer komşu ülkelere dağılmışlardır. (...) Her halde geleceğin Türkiye'sinde, gerek Anadolu'da ve gerek Rumeli'nde pek fazla bulunacak Ermenilerin güvenlik ve korunmaları için antlaşmaya özel maddeler konulması gerekecektir.

Şimdi bir Ermeni yurdu kurulması için gerek Ermeniler ve gerek Ermenileri sevenler tarafından yapılan isteklerden söz edeceğim. Ermenilerin kendi topraklarında oturmak istemeleri çok doğaldır. Ermenistan Cumhuriyeti toprakları, buna yetmez. Bu nedenle Türkiye'deki Ermeniler için, ister kuzeydoğu ve ister Kilikya'nın güneydoğusunda bir arazi verilmesi isteniyor. Durum, bu isteklerin yerine getirilmesini evvelkinden daha zor bir hale getirmiştir. Fakat biz Türk delegelerinin bu konudaki görüşlerini öğrenmekle mutlu olacağız."

Lord Curzon, bundan sonra bu sorunun ayrıntılarıyla incelenmesi ve kesin önerilerin bildirilmesi için bir tali komisyon kurulmasını istemiştir. M. Barer ve Marki Garoni de aynı ilkeler üzerinde düşüncelerini söylemişlerdir.

Türk delegasyon başkanı İsmet İnönü, diğer konular hakkında ayrıntılı belgelere dayanan açıklamalar yaptıktan sonra, özellikle şu hususları belirtmiştir:

"Türk milleti ve Türk hükümeti, çıkarılan isyanları daima sabrı tükendikten sonra bastırma önlemlerine başvurmuş ve isyancılara karşılık vermiştir. Ermenilerin Türkiye'de karşılaştıkları bütün kötülüklerin sorumluluğu, kendi hareketlerine aittir. 1909 yılındaki Adana olayları ve yine Dünya Savaşı'nda Anadolu'nun birçok vilayetlerinde çıkarılan isyanlar aynı trajedinin korkunç bir devamıdır. Belirtilen olaylardan da anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti içindeki gayri müslim unsurlar, yüzyıllardan beri rahat ve refaha yaşadıkları memleketin yöneticilerinin iyi duygularını suistimal etmedikçe Türkler bunların haklarını hiçbir zaman inkar etmemişlerdir.

Türk Hükümeti ve milletinin insanlığa uymayan hiçbir hareketinden bugüne kadar bir şikayet nedeni bulamamış olan Musevi cemaatinin gösterdiği örnek, Rum ve Ermeniler hakkındaki üzücü olayların suçunun bizzat bunlara ait bulunduğunu ispat etmeye yeter. Bu nedenle tarih, azınlıklar sorunun iki esaslı etkenin gözden uzak tutulmamasını öğütlüyor.

Evvela bazı devletlerin azınlıkları korumak bahanesiyle memleketin içişlerine karışma arzusu konusundaki dış politik etki ve bu suretle arzulanan karışıklığın kışkırtmalar yapmak ve karşılıklar çıkarmak suretiyle meydana gelmesi; ikincisi böylece cesaret verilen azınlıkların bağımsız devlet kurmak için kurtulmaya karşı eğilim ve isteklerinin bilinmesi üzerine meydana gelen iç politik etkenler.

Ermenilere gelince: Türkiye'yle Ermeni cumhuriyeti arasında yapılan antlaşmalarla güçlendirilmiş olan ilişkiler, Ermeni cumhuriyeti hükümeti tarafından yapılacak herhangi bir kuşatma olanağını ortadan kaldırmıştır. Diğer taraftan Türkiye'de kalmaya karar vermiş olan Ermeniler, iyi vatandaş olarak yaşamanın kesin lüzumunu artık göz önünde bulundurmalıdırlar. Sonuç olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi delegeleri şu düşüncededirler:
  1. Türkiye'deki azınlıkların durumunun düzeltilmesi her şeyden evvel her nevi yabancı karışmasıyla gelecek kışkırtmaların giderilmesine bağlıdır.
  2. Bu amaca ulaşmak için her şeyden evvel Türk ve Rum halkının karşılıklı değiştirilmesi gerekir.
  3. Karşılıklı değiştirme önlemlerinin uygulanmasından hariç tutulacak olan azınlıkların güvenlikleri ve ilerlemeleri için en iyi güvence; gerek kanunlardan ve gerekse Türk vatandaşlığından ayrılmış olan bütün cemaatlar hakkında Türkiye'nin vereceği garanti olacaktır."
Lozan Barış Antlaşması'nda Ermeni sorunlarına değinilmemiş olduğundan hayal kırıklığına uğrayan Ermeni delegeleri, tutulacak yol hakkındaki gerekli konuşmaları yaptıktan sonra, İtilaf Devletleri'nin Lozan'da Ermeniler için gösterdikleri gayretler uygun bir sonuç vermemişse de bu girişimlerin uygun bir zamanda tekrarlanması için politik ilkelerin sürdürülmesine karar alınmıştır. Ermeni delegeleri, Lozan'dan ayrılırken konferansa katılan devletlere bir bildiri vermişlerdir. Bildiride özetle şöyle denilmektedir:

"Ermeni delegeleri, Lozan Konferansı komisyonlarının açıklamalarından ve basında yayınlanan barış antlaşması projesinden İtilaf Devletlerinin Ermeni sorunlarını yüzüstü bırakmış olduğunu anlamıştır. Ermeni sorununun çözümlenmemiş olarak kalmasının Ermenilerin durumunu daha kötü bir hale getirmiş olduğunu göz önüne koymak isteriz.

Versay Antlaşması, Sevr Antlaşması, 1921'de yapılan Londra Konferansı ve 1922'deki Paris Toplantılarında Osmanlı İmparatorluğundan bazı azınlıkları kurtarmak ve Ermenilere bir yurt sağlamak için kararlar alınmıştır. Savaş içinde, müttefikler tarafından savaşçı bir unsur; savaştan sonra da, müttefik olarak tanınan Ermenilere Lozan'da verilen sözlerin, yapılan vaatlerin yerine getirilmesini sağlayacak bir şey kararlaştırılamamıştır. Bu koşullar altında Ermeni delegeleri olarak, Ermeniler namına, devletlerden bir defa daha hak ve adalet yolundaki acılarına bir çare bulunması için bir karar verilmesini rica ederiz. Böyle bir barışın doğuda devamlı olmayacağını belirtiriz."

Ermeni Cumhuriyeti Heyeti Başkanı A. Aharonyan, 9 Ağustos 1923 tarihinde Milletler Cemiyeti'ne başvurarak Lozan Barış Antlaşması'nda Ermenilerin varlıklarının da kabul edilmediğini söyleyerek, Ermeni sorununun Milletler Cemiyeti'nin gündemine alınmasını rica etmiştir. Yine Ermeniler, 9 Ağustos 1923 günü Müttefik Devletlerin temsilcilerine bir protesto göndererek Lozan Barış Antlaşması'nda Ermenilerin göz önüne alınmadığından ve sanki Ermeniler yokmuş gibi imza edildiğinden yakınmışlar; bu antlaşmanın ne barışa ne de hak ve adalete yaramayacağını savunmuşlar ve bu antlaşmaya karşı olduklarını belirtmişlerdir.

KAYNAK:
Uras, Esat; Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, sh. 701-738
LOZAN'DAN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE CUMHURİYETİ-ERMENİ İLİŞKİLERİ
 
Ermeni sorununu tamamen ortadan kaldıran Lozan Anlaşması'nda itilaf devletleri tarafından yüzüstü bırakılan ve Türkiye'deki taleplerini gerçekleştirme şanslarını kaybettiklerini anlayan Ermeniler, yeniden Rusya'ya dönmüşlerdir. Türklerle tarihi düşman saydıkları Rusya'nın sıcak denizlere inme politikasını hesaba katan Ermeniler, bu ülkenin her ne şart altında olursa olsun Ermenileri koruyacağını sanmışlardır. Bu düşünce üzerine bir program yapan Ermeniler, şu ilkeler üzerine çalışılmasını kararlaştırmışlardır:
  1. Sovyet Ermeni Cumhuriyeti'nin içerideki rejimden ayrı olarak, ekonomi ve kültürünü pekleştirmek.
  2. Bütün dünyaya dağılmış bulunan Ermenilerin milli duygu, dil, din, kültür ve amaçlarını yaşatmak ve korumak.
  3. Avrupa devletlerinde ve Milletler Cemiyeti'nde Ermeni istek ve iddialarını sürdürmek ve bunun için fırsat kollamak.
  4. Ermeni halkı ve göçmenleri için hayır kurumlarının yardımlarını sağlamak; anasız ve babasız çocukları yetiştirmek, muhtaç ve hasta olanlara gereken yardımı yapmak.
Bu programı uygulamak ve Avrupa'da yaşayan Ermenilerin katkılarını sağlayabilmek için bir örgüt kurulması düşünülmüş; ancak bazı çevreler, komitelerin yeniden işe karışmalarından çekinmişlerdir. Buna rağmen Taşnak Komitesi, "Birleşik ve Bağımsız Ermenistan" isteklerini sürdürmüştür.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra Sovyet Rusya ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 17 Aralık 1925 tarihinde bir saldırmazlık paktı yapılmıştır. Bu pakt 20 yıla yakın yürürlükte kalmış, ancak 2. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi'ne nota vererek, anlaşmanın geçersiz olduğunu bildirmiştir.

Eşzamanlı olarak, ABD'deki Ermeni diasporasının bazı güçlü isimleri bu ülkenin başkanı Harry S. Truman'a bir dilekçe vermişlerdir. Taşnak komitecilerinin verdirdiği ve eski hesapların karıştırılmaya çalışıldığı dilekçede; dönemin ABD Başkanı Voodrov Wilson'ın 1920'de sınırlarını çizdiği Ermenistan haritasının yeniden kabul edilmesi için ABD'nin Birleşmiş Milletler'e öneri götürmesi istenmiştir.

Sovyet Rusya, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Ermenilerle ilgili yeni bir politika izlemeye başlamıştır. Bu politikaya göre; Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti'nde toplanmak üzere bütün dünyadaki Ermeniler ayaklandırılacak, Türk düşmanlığı düşüncesi yeniden alevlendirilecek ve böylece Doğu Anadolu Rusların eline geçecekti. Bu amaçla yoğun bir propaganda çalışmasına girişilmiş, Sovyet Rusya rejiminin iyilikleri sayılıp dökülmüş ve Sovyet Ermenistan'ındaki Ermenilerin mutluluğu abartılarak yayılmıştır. Yine aynı amaca uygun olarak, diaspora Ermenilerini aldatmak bulundukları ülkelere ajanlar gönderilmiş, Ermeni dernekleri kurulmuştur. Ermeni davasının bir insanlık ve adalet sorunu olduğu ileri sürülerek, büyük devletlerden bu konuda aracı olmaları istenmiştir.

Sözü edilen süreçte yürütülen bazı çalışmalar şunlardır:

— 1945 yılı Aralık ayında ABD'nin başkenti Washington'da, Ermeniler tarafından "Adalet" isimli bir Amerikan komitesi kurulmuştur. Komünist eğilimli şahısların kurduğu bu komite, bir bildiri yayınlayarak Anadolu'nun Doğu bölgelerinin Ermenistan Cumhuriyetine geri verilmesi ve Wilson tarafından çizilen Türk-Ermeni sınırının uygulanmasını istemişlerdir.

— Eçmiyazin (bugünkü Vagrsabat: Erivan'ın batısında) Katogikosu VI. Kevork Çörekçiyan, SSCB Devlet Başkanı Stalin, ABD Başkanı Truman ve İngiltere Başbakanı Atlee'ye birer muhtıra vermiştir. Bu muhtıralarda, eski iddialar tekrarlanılarak, Doğu Anadolu vilayetlerinin Sovyet Ermenistan'ına katılması istenmiştir.

— Rusya'nın Suriye ve Lübnan'daki çalışmaları ise şöyledir: Sovyet Rusya, Suriye ve Lübnan'ın zayıf yönetiminden yararlanarak bu ülkelerdeki Ermeni çalışmalarının yoğunlaşmasını sağlamış, Ermenilere yardım perdesi arkasında onları kışkırtmıştır. Sovyet Rusya diplomatları tarafından yönetilen bu çalışmalar için Halep, Şam, Beyrut ve daha bir çok yerde merkezler açılmıştır. Aynı çerçevede, öğretmeleri Rusya Ermenilerinden oluşan birçok okul açılmış, bu okullara ajan olarak subaylar da sokulmuştur. Bütün bu çalışmaların sonucunda 30 bini Lübnan'da olmak üzere 100 bin kişilik bir Ermeni örgütü meydana getirmiştir. Sovyet Büyükelçisi Solod, Moskova eğilimli Ermeni Hrant Devyan başkanlığında bir komünist partisiyle Şam'da "Ermeni Dostlar Derneği'ni kurmuştur. Suriye ve Lübnan'daki bu örgütler, "bağımsız bir Ermenistan kurmak vaadiyle Anadolu'nun doğusunu Sovyetler Birliği'ne bağlamak" amacını gütmüşlerdir.

— 1946 yılı Ocak yılında Beyrut'a gelen bir Sovyet diplomatı, Lübnan ve Hatay Ermenileri temsilcileriyle ayrı ayrı konuşmuş ve onlara Sovyet Rusya'nın direktiflerini bildirmiştir.

— Lübnan Ermeni Komitesi, 16 Mayıs 1946'da BM Güvenlik Konseyi'ne bir telgraf çekerek "Bir buçuk milyon Ermeni'nin öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar sırasında Türkler tarafından istila edilen topraklarımıza ve zorla alınan mallarımıza karşılık adı geçen topraklarımızın Sovyet Ermenistan'ına katılmasını istiyoruz" demiştir.

— Paris'te faaliyet gösteren Ermenistan savunma komitesi, 1946 yılı Haziran ayında Fransız Dışişleri Bakanlığı ile birlikte dört büyük devletin dışişleri bakanlarına birer muhtıra vererek, Kars ve Ardahan'ın Sovyet Ermenistan'ına katılmasını istemiştir.

— Sovyet Rusya, dışarıdaki Ermenileri kandırmaya çalıştığı gibi, içerideki Ermenileri de çeşitli yollardan etki altına almaya çalışmıştır. Bu çerçevede, 20 Şubat 1946'da Moskova'daki Politeknik Okulu'nun salonunda Ermeni heyeti delegelerine Ermeni İlimler Akademisi muhabir üyelerinden Civenof'un bir konferans vermesi sağlanmıştır. Civenof konferansta, Van, Bitlis, Elazığ, Erzurum, Sivas ve Trabzon illerinin Ermenistan'ın sınırları içinde bulunduğunu savunarak Ermenilerin toptan öldürülmelerinden söz etmiş ve Avrupa'daki büyük devletleri bu olaya seyirci kalmakla suçlamıştır. Rusların Ermenilere gösterdiği ilgiyi öven Civenof, Sevr Antlaşması gereğince Ermenilere verilen Doğu Anadolu illerinin daha sonra Türklerin saldırısına uğradığını ve Taşnaksutyun komitecileri tarafından imzalanan Gümrü Antlaşması'yla Türklerin eline geçtiğini söylemiştir.

— Milli Ermeni Konseyi, 17 Haziran 1946'da "Ermeni Haklarını Savunma Derneği" isimli bir Amerikan derneğine New York'ta 800 kişilik bir ziyafet vermiş; burada Türkler tarafından zorla ele geçirildiği iddia edilen Doğu Anadolu illerinin Sovyet Ermenistan'ıyla birleştirilmesi amacıyla dünyaya dağılmış bulunan 1.5 milyon Ermeni'nin BM kuruluna başvurması kararı verilmiştir.

— 29 Temmuz 1946'da Erivan'da bir basın toplantısı düzenleyen İngiliz-Sovyet derneği delegelerinden Bochon, Sovyet gazetecilerine şöyle demiştir: "Ermeni tarihini bilen her İngiliz, Ermenilerin çektiği ıstırabı bilir ve onlara sempati duyar. Bu yakınlığı, memleketimize dönünce İngiliz kamuoyunun genel görüşü haline getirmeye çalışacağız."

— Amerika'daki Ermenilerin Konseyi, 1946 yılı Eylül ayında, "Ermeniler ne istiyor?" başlıklı bir broşür yayınlamıştır. Broşürde, Ermenilerin nüfuslarının çoğaldığı ve Türkler tarafından ele geçirilen toprakların boş olduğu iddia edilerek şöyle denmiştir: "Ermeniler topraklarının kendilerine geri verilmesi için yalnız adaletin yerine getirilmesini istiyorlar."

— Türk-Ermeni Sorunu Savunma Komitesi, 15 Ağustos 1946'da BM'deki 21 milletin delegelerine bir mesajla başvurarak, Ermeni iddialarını BM gündemine getirmeye çalışmıştır.

— 24 Nisan 1965'te Fransa'daki Ermeni Kilisesi'nde Mon Senyör Manukyan'ın yönetiminde bir dini tören yapılmıştır. Aynı günün akşamında bir yürüyüş düzenleyen Eski Muharipler Derneği, Fransa'daki Meçhul Asker Anıtı'na bir çelenk koymuştur. Ertesi gün de Notia Dome Kilisesi'nde bir başka ayin düzenlenmiştir.

— "Ermeni Ölülerini Anma Günü" olarak ilan edilen 24 Nisan 1969'da, İngiltere'de yaşayan genç Ermenilerden oluşan bir grup, Türk elçiliğinin önünden geçerek Türkiye'yi protesto etmişlerdir.

— Türk düşmanlığı, Amerika üniversitelerinde de kendini göstermiştir. Agop Kevorkyan ismindeki bir Ermeni zengini, New York Üniversitesi'ne 30 milyon TL bağışlamak suretiyle üniversitenin "Doğu Enstitüsü"nü kapattırarak yerine "Ermeni Dili ve Tarihi Enstitüsü"nü kurdurmuştur.

— Latin Amerika'daki Ermeniler, 24 Nisan 1965'te Brezilya'nın Sau Paulu kentinde Yer Değiştirme Kanunu'nun çıkarılışının 50. Yıldönümü dolayısıyla bir gösteri düzenlemişlerdir. Aynı gün, Brezilyalı Ermeniler tarafından kaleme alınan "1915 Ermenilerin Macerası" isimli piyes sahnelenmiştir.

— Türkiye Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın ABD'yi ziyaret ettiği 2 Nisan 1967'de The New-Times Gazetesi'ne Ermeni iddialarını savunan bir ilan yayınlanmıştır. Amerika Milli Ermeni Komitesi tarafından verilen ilanda; Ermeni sorununun BM gündemine alınması istenmiştir.

— Cumhurbaşkanı Sunay'ın Paris gezisi sırasında da bu kez Fransa'daki Ermeniler gazete yoluyla propaganda yapmışlardır. Hrant Samuel imzasıyla yayınlanan makalede şöyle denilmiştir: "Paris Ermenileri, General Sunay'ı misafir ederek vatanına karşı hürmet ve saygılarını açıklamışlar; Türk Cumhurbaşkanı'na karşı tezahüratta bulunmuşlardır. Yalnız şurasını belirtmek isteriz ki, bu, Ermenilerin Türkiye'den bir istekleri yok demek değildir. Durmadan haklı davamıza, sükunet içinde ve siyasi yollardan yürüyerek mücadele edecek ve bir çözüm yolu bulmaya çalışacağız."

— Avrupa gezisine çıkan Patrik I. Horen, Kıbrıs'ta Makarios ile görüşmüştür. Bu görüşmenin hemen ardından Kıbrıs basınında kışkırtıcı yayınlar başlamıştır. Bu sırada merkezi Lübnan'da bulunan Ermeni Ramgavar Partisi, kuruluşunun 45. Yıldönümü dolayısıyla yayınladığı bir bildiride; ulaşmak istedikleri amacın "Ermenilere ait olup, Türkler tarafından ele geçirilen toprakları saptamak; Ermenilerin bağımsızlık ve hürriyet çabalarını yine hür ve demokratik bir anlayış içinde gerçekleştirmek" olduğunu açıklamıştır.

— Ermeni komitecileri, kendi varlıklarını ve çıkarlarını koruyabilmek için, bulundukları ülkelerde yürüyüş, konferans ve protestolar yaparken, İstanbul Ermeni Patriği Başpiskopos Şinork Kalusyan, bu tür olaylara karşılık olmak üzere 6 Şubat 1967 ve 4 Nisan 1967'de dünya kamuoyuna birer açıklama yapmıştır. Kalusyan açıklamasında, Lozan'dan sonra "Ermeni Sorunu" diye bir şeyin kalmadığını ve gelişmeleri üzüntüyle karşıladığını belirtmiştir.

— Lübnanlı Müslüman ve Hıristiyan Araplar, 1969 yılında sözde Ermeni katliamının 54. Yıldönümünü birlikte anmışlardır. Lübnan hükümeti, yas tutmaları için 24 Nisan'da Ermeni memurlarına izin vermiştir. 24 Nisan 1969'da Türkiye ve İsrail aleyhinde gösteriler yapılmıştır.

— Ermenilere yapıldığı iddia edilen katliamın 60. Yıldönümü dolayısıyla Fransa, Amerika, Almanya ve Yunanistan'da büyük gösteriler yapılmıştır. Bu gösteriler öncesinde söz konusu ülkelerin hükümetleri Türklerin korunmasına yönelik tedbirler almak zorunda kalmışlardır(1).

— 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.

Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni'nin 27 Ocak 1973'de Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür. Türkiye'nin dış temsilciliklerine yönelik Ermeni saldırıları, 1980'den sonra yoğunluk kazanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir.

Bu saldırılarda 42 Türk diplomatı ile birlikte 4 yabancı hayatını kaybetmiş, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu şahıs da yaralanmıştır. 1984'ten sonra Ermeni terörü sahneden çekilmiş; yerini, bir süredir işbirliği içerisinde oldukları bölücü terör örgütü PKK'ya bırakmıştır.

— 1. Dünya Ermeni Örgütleri Kongresi, Paris'te 3 - 6 Eylül. 1979 tarihinde toplanmıştır. Terör örgütü ASALA'nın önemli bir güçle katıldığı ve etkin rol oynadığı Kongre, Fransa'daki Ermeni ihtilâlci güçler üzerinde etkili olmuştur. Bu kongrenin amacı; "dünyadaki Ermenilerin bir fikir ve bir bayrak altında toplanması, siyasi ortamın değerlendirilerek toprak taleplerine yönelinmesi" şeklinde özetlenebilir.

— 21-28 Nisan 1980 tarihini Kızıl hafta olarak ilan eden PKK ile Ermeniler, 24 Nisan tarihini sözde Ermenilerin katledilme günü olarak birlikte andılar. 8 Nisan 1980'de Lübnan'ın Sidon kentinde ortak bir basın toplantısı düzenleyen PKK ve ASALA, bu çakışlarının tepkiyle karşılanması üzerine ilişkilerini illegal alanda gizli olarak yürütme kararı aldılar. Bu toplantının ardından 09 Kasım 1980'de Türkiye'nin Strazburg Başkonsolosluğuna, 19 Kasım 1980'de ise THY'nin Roma bürosuna yönelik saldırılar PKK ve ASALA terör örgütleri tarafından ortaklaşa üstlenildi.

— 1983 Lozan Kongresi, önemli gelişmeler sonucunda toplanmıştır. Terör büyük boyutlara vardırılmış, dünya kamuoyu giderek Ermenileri ve teröristleri kınama durumuna gelmiştir. Özellikle toplu katliam şekline varan eylemler, Ermenilere en yakın ve destekçi devletleri bile tedirgin etmeye başlamıştır. Kongre, "Ermeni siyasi görüşlerini birleştirmek ve tek doğrultuda hareket etmelerini sağlamak" amacıyla böyle bir ortamda toplanmıştır. ASALA'nın katılmadığı, şiddet yanlılarınınsa azınlıkta kaldığı kongre sonunda; Taşnak ve ASALA'da bölünmeler görülmüştür.

— 7-13 Temmuz 1985'de Sevr'de toplanan ve adına "III. Dünya Ermeni Örgütleri Kongresi" denilen kongrede ise temel amaç, hazırlanan "Ermeni Anayasası"nın kabulü olmuştur. Kongrede, Ermenileri dünya çapında temsil edecek bir "Birliğin" oluşturulmasına çalışılmıştır. ASALA'nın katılmadığı ve yoğun eleştirilere uğradığı kongrede, Taşnakların temsil niteliği uzun tartışmalara sebep olmuştur.

— 04 Haziran 1993'te Batı Beyrut'taki PKK merkezinde, Hınçak Partisi, ASALA ve PKK'nın katıldığı bir toplantı gerçekleştirilmiştir.

— 6-9 Ocak 1993 tarihlerinde Beyrut'taki iki ayrı kilisede düzenlenen toplantılarda Türkiye'yi yakından ilgilendiren önemli kararlar alınmıştır. Lübnan Ermeni Ortodoks Başpiskoposu ve Ermeni parti yetkililerinin yanı sıra 150 civarında gencin katıldığı toplantılarda şu kararlar alınmıştır:
  • Şimdilik Türkiye'ye karşı sakin tutum gösterilmelidir.
  • Ermeni toplumu gittikçe büyümüştür ve ekonomik yönden güçlenmektedir.
  • Geliştirilen propaganda faaliyetleri sayesinde, bütün dünyada (sözde) soykırım daha iyi bilinmeye başlanmıştır.
  • Ermenistan devleti kurulmuştur; atalarının intikamını alacaklardır ve her geçen gün toprakları genişlemektedir.
  • Başta ABD olmak üzere, diğer batılı ülkelerin de Karabağ'da sürdürülen savaşta Ermenileri haklı bulmuşlardır; bu fırsat iyi değerlendirilmeli ve Karabağ'da savaşan Ermeni gençlerine yenileri katılmalıdır.
  • Türkiye'de (PKK terör örgütü ile yapılan mücadele kastedilerek) iç savaş devam edecektir; ekonomi sıfır noktasına gelecektir; vatandaş baş kaldıracaktır.
  • Türkiye bölünecektir.
  • Türkiye'de Kürt devletinin kurulacaktır.
  • Ermeniler, Kürtlerle olan ilişkilerini iyi bir şekilde yürütmeli ve Kürtlerin mücadelelerini desteklemelidirler.
  • Bugün Türklerin elinde olan topraklar, yarın Ermenilerin eline geçecektir.
  • Bu arada, Lübnan ve diğer ülkelerdeki Ermeni Parti ve kuruluşlarına Ekim-Kasım-Aralık 1992 ayları içinde toplanan paranın büyük bölümü ile Yunanistan'dan veya Yunanistan aracılığı ile temin edilen silahların ve paranın kalan bölümü ile alınan gıda maddelerinin, Karabağ'da savaşan Ermenilere ulaştırmak üzere Ocak 1993 ayı başlarında hava yolu ile Ermenistan'a gönderildiği bilinmektedir.
— 1984'ten sonra Türkiye'ye yönelik terör hareketlerini PKK'ya bırakan Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermeni diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmişlerdir. ABD'nin bazı eyaletleri ve Ermenileri destekleyen başta Fransa gibi Avrupalı ülke parlamentolarından "sözde Ermeni Soykırımı"nı kabul eden yasaların çıkmasını sağlamışlardır. Bu süreç halen devam etmektedir.

KAYNAK:
(1) Sakarya, Em. Tümg. İhsan, Belgelerle Ermeni Sorunu, Gnkur. Basımevi, Ankara 1984, 2. Baskı, sh. 439-474.
    ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞI
 
Osmanlı Devleti zayıflamaya başlayıp, hemen her konuda Avrupa'nın müdahalesine maruz kalınca, Türk - Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma devri başlamıştır. Batılı ülkeler Osmanlı Devleti'ni bölerek bölgesel çıkarlarına ulaşabilmek için Ermenileri Türk toplumundan koparmayı hedeflemişlerdir. Özellikle Avrupa'nın bazı büyük devletleri "ıslahat" adı altında bir yandan Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışırken, bir yandan da Ermenileri, Osmanlı yönetimine karşı teşkilatlandırmışlardır. Böylece ülke içinde ve dışında teşkilatlanan ve silahlanan Ermeni komiteleri ile Ermeni Kiliseleri'nin kışkırtıcı faaliyetleri sonucunda, Ermeni toplumu yavaş yavaş Türklerden uzaklaşmaya başlamıştır.

Türklerin iyi tutumuna karşın, yabancı devletlerle ittifak etmek suretiyle Türklerle mücadeleye başlayan Ermeniler, Batının desteğini alabilmek için kendilerini "ezilen bir toplum" olarak göstermeye ve "Anadolu üzerindeki egemenlik haklarını Türklerin gasp ettiği" iddiasını dile getirmeye başlamışlardır.

Islahat Fermanı ile Müslümanlar ve Gayr-i Müslimler eşit statüye getirilince ayrıcalıklarını kaybeden Ermeniler, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, Rusya'dan "işgal ettiği Doğu Anadolu topraklarından çekilmemesini, bölgeye özerklik verilmesini veya Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını" talep etmişlerdir. Bu isteklerle birlikte Ermeni sorunu ilk kez ortaya çıkmaya ve uluslararası bir şekil almaya başlamıştır.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından imzalanan Ayastefanos Anlaşması'nın Osmanlı Devleti'nce kabullenilmek zorunda kalınan 16. maddesi şöyledir:
"Ermenistan'dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti'ne verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder".

Anlaşmanın bu hükmü, esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş olsa dahi "Ermeni Sorunu"nun tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve "Ermenistan" diye bir bölgenin varlığından söz edilmesi yönünden büyük önem taşımaktadır.

1878 yılında toplanan Berlin Kongresi sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi de Ayastefanos Anlaşması'nın 16. maddesi yerine şu hükmü getirmiştir:

"Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir".

Berlin Antlaşması'nın bu hükmü ile Türk-Ermeni ilişkilerine yabancı güçlerin müdahale edebilmesi hakkı tanınmış olmaktadır.

Böylece Ermeniler, Ruslar ve İngilizler tarafından kullanılmaya başlanmış ve İngiltere'nin elinde Rus yayılmacılığına karşı bir ileri karakol vazifesi görmüşlerdir. İngiltere ve Rusya tarafından tarih sahnesine sunulan Ermeni Sorunu, aslında emperyalizmin Osmanlı Devleti'ni yıkma ve paylaşma politikasının bir uzantısıdır. Sözde Ermeni soykırımı iddiaları ve yalanları da işte bu politikanın propaganda ürünüdür!..
 AYESTEFANOS VE BERLİN ANLAŞMALARI
 
Osmanlı'nın çöküntü dönemine girmesini takiben Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun teşvikiyle, imparatorluğu oluşturan milletler birbiri ardına bağımsızlık mücadelesine girişmişler ve bunda başarı sağlamışlardır. Bu gelişmeler Ermeniler için de örnek teşkil etmiş, onlar da Osmanlıları parçalamak isteyenlerin maddi ve manevi desteğiyle yer yer ayaklanmalar başlatmışlardır. Böylece, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir "Ermeni sorunu"ndan söz edilir olmuştur.

Bu dönemde dünya güç dengesinde giderek daha önemli bir devlet olarak ortaya çıkan Çarlık Rusya'sı Osmanlı topraklarını bir doğal yayılma alanı olarak kabul etmekte ve Osmanlıların sırtından güneyde sıcak denizlere açılma hedefini gütmektedir. Bu hedefe ulaşmak için kullandığı başlıca araçları savaşların yanı sıra, Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan toplumların hamisi rolünü oynamaktır.

Diğer taraftan dönemin diğer iki başlıca gücü olan İngiltere ve Fransa da Osmanlı Ermenilerini Protestanlık ve Katolikliğe kazandırmak amacındadır ve bu amaçlar bağlamında, İstanbul'da 1830'da Ermeni Katolik, 1847'de Ermeni Protestan kiliselerini kurdurmuşlardır. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı Ermenilerine ve diğer Hıristiyan toplumlara gösterdikleri bu ilginin gerisinde esas itibariyle azınlıkları himaye görüntüsü altında Osmanlı Devleti'nin içişlerine müdahale edebilmek ve imparatorluğu parçalamak amacı yatmaktadır.

Ermenilere bu güçlerce Doğu Anadolu'da bir Ermenistan devletinin kurulması vaat edilmiştir. Halbuki söz konusu dönemde bu bölgedeki Ermeni nüfusu bölge genel nüfusu içinde ancak %15 oranında bir yer işgal etmektedir. Örneğin, en kalabalık oldukları Bitlis'de bile nüfusun 1/3 ünü dahi teşkil edememektedirler. "Ermeni sorunu" için bir başlangıç noktası bulmak gerekirse, bu 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı'dır
ERMENİ KOMİTELERİ
 
  • ARMENAKAN KOMİTESİ
  • HINÇAK
    • Programı
    • Faaliyetleri
  • TAŞNAK
    • Örgüt Yapısı
    • Amacı ve Hedefleri
    • Stratejileri, Tutum ve Davranışları
    • Viyana ve Münih Kongreleri
    • Destek ve İlişkileri
    • Politik Gelişmeleri
    • Yayın Organları
ARMENAKAN KOMUTESİ
Ermenilerin Türkler aleyhine çalışmak üzere kurdukları ilk komite ve ilk siyasi kuruluştur. 1885’de Van’da kurulmuştur.
“Kan dökmeden hürriyet elde edilemez” sloganı ile işe başlamıştır. Fransa’da çıkardıkları “Armenia” gazetesi ile kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. İhtilal yolu ile Ermeni bağımsızlığını sağlamayı amaçlamışlar ve bunu gerçekleştirmek için hazırladıkları programda:
Tüm Ermenileri biraraya getirmeyi,
İhtilalci fikirleri yaymayı,
Üyelerine silah kullanmayı ve askeri eğitim yaptırmayı,
Silah ve para temin etmeyi,
Gerilla Kuvvetleri meydana getirmeyi,
Halkı genel bir isyana hazırlamayı, öngörmüşlerdir.
Askeri eğitim konusunda, Van Rus Konsolosluğunda görevli bir binbaşıdan yardım almışlar ve eğitimi Van Ermeni okulunda yapmışlardır.
Komitenin bilinen faaliyetleri şunlardır:
Türk jandarmalarına saldırılar,
Çeşitli cinayetler,
Aşiretlere saldırılar,
Ekim 1892’de, Van’da bir polisin katli,
Haziran 1895’de, Hıncak Komitesi ile beraber Van isyanına katılmaları,
200 kişilik bir grupla köy ve kasabalara baskınlar yapmaları.
Bu komitenin üyeleri sonradan Taşnak ve Hınçak Komitelerine geçmişlerdir.
 HINÇAK
  • Programı
  • Faaliyetleri
Hınçak (Çan Sesi) Komitesi, aslen Kafkasya Ermenilerinden Rus uyruklu Avedis Nazarbeg ile karısı Maro ve Kafkasyalı diğer öğrenciler tarafından 1886 yılında İsviçre'de kurulmuş ve komitenin düşüncelerini yaymak için de, yine Hınçak isminde bir gazete çıkarılmıştır. Bu komitenin başında ve üyeleri arasında çoğunluğu yine Rus uyruklu Ermeniler bulunmaktadır. Bu komite, kendisine çalışma bölgesi olarak Doğu Anadolu'yu seçmişti; bir zaman sonra komite merkezi, İsviçre'den Londra'ya götürülmüştür.

Hınçak Komitesinin programı, Sosyalist, Marksist ve Merkeziyetçidir; Karl Marks'ın ilkeleri, temel olarak benimsenmiştir. Bu komite üyeleri, kendilerine sosyal demokrat dedikleri halde, siyasal programları tamamen bir komünist manifesto niteliğindedir.

Komite, 1890 yılında merkezi İstanbul'da olmak üzere Osmanlı ülkesinin diğer vilayetlerinde de şubeler açmış ve bu suretle, örgütlenerek çalışmalarına başlamıştır. Bu komitenin ana politik amacı, Türkiye'deki Ermenileri Türklerden; İran Ermenilerini İranlılardan ve Rusya Ermenilerini de Ruslardan kurtarmak; sonra da, bütün bu memleketlerdeki kapitalistleri temizlemektir.

PROGRAMI

"İşçi ve üretici sınıf, insanlığın büyük bir çoğunluğunu kapsar. Bu sınıfın sermaye sahibi, zengin ve egemen bir azınlık tarafından sömürülmesinden kurtarılması, üreticinin bütün üretim kuvvet ve araçlarına, toprağa, fabrikalar, madenlere, ulaştırma vasıtalarına sahip olmasıyla gerçekleşir. Üretici sınıfın bağımsızlığı, bütün insanlığın kurtarılması, genel ve ekonomik ferahlık demektir.

Bu amaca ulaşabilmek ve onu fiilen uygulayabilmek için, bütün uygar memleketlerdeki üretici sınıf, kendine özgü bir şekilde örgütlenmeli ve emrindeki genel politik olanakları harekete geçirerek, bütün ülkelerle birlikte komünist ihtilalini yapmalıdır. Bu sayede diğer sınıflar ortadan kalkar ve üretici sınıf, sosyalist bir düzen kurar. Bu kuruluşta halk, kendi kanunlarını kendisi yapar ve kudretini gösterir.

(...)

Bugünkü durumda Ermeniler, mutlakiyet idaresine bağlı sınıfların yönetiminde bulunuyorlar. Bunların yönetim, vergi ve maliye sistemleri, kendileri için yıkıcıdır. Onların çevresinde bir taraftan üretim kapitalist şekilleri uygulanırken diğer yönden devamlı olarak eski ekonomi ve yönetim şekilleri yok olmaktadır."

Bütün bu koşullar etkisiyle Ermeni sosyalist demokratları ve bütün Ermeniler için genel ve bütünü kapsayacak bir sosyalizm düzeninin sağlanması, uzak bir amaç olarak kabul edilmekte ve bu nedenle bütün eğilim ve uğraşılar, yakın bir hedef seçilmesini gerektirmektedir. İşte bu yakın hedef, sosyal demokrat Ermeni İhlalci Hınçak Partisi'ni oluşturmuştur. Bu yakın hedefler şunlardır:
  1. İhtilal çıkarmak
  2. Mutlakiyet yönetiminin egemen sınıflarını yok etmek
  3. Ermenileri kölelikten kurtarmak
  4. Politik işlere karışmak için Ermenilere güç vermek
  5. Ekonomik ve kültürel ilerlemelerine etki yapan engelleri kaldırmak
  6. İşçi sınıfının istek ve eğilimlerini açıkça söyleyecekleri ortamı hazırlamak
  7. Ağır çalışma koşullarını düzeltmek
  8. Kendilerine özel siyasi bir varlık halinde örgütlenmeleri için sınıf hakkında bilgi sağlamak
  9. Halkın çalışmalarını kolaylaştırmak ve onların uzak hedeflere doğru ilerlemesine yardım etmek.
Bütün bu düşüncelere uygun olarak Hınçak Komitesinin yakın hedefi, mutlakiyet yönetimlerini, sınıflarını yıkmak için çalışmak ve bunları demokrat, meşruti rejimlerle değiştirmektir. Bunun da ana koşulları şunlardır:
  1. Halkın temsili için, her kesim doğrudan doğruya oylarını kullanmak suretiyle yapılacak seçimle bir teşrii (kanun yapıcı) meclis kurulmalı. Bu meclis, memleketin politik ekonomik ve bütün işlerini ve kanunlarını inceleyerek bunlar hakkında karar verme yetkisine sahip olmalı.
  2. Vilayetlere geniş bir muhtariyet verilmeli.
  3. Halk için tam bir hürriyet sağlanmalı
  4. Halk, hükümet memurlarını, kamu hizmetlerinde çalışan bütün şahısları, güvenlik memurlarını, eğitim ve adalet işlerinde çalışan memurlarını seçebilmeli.
  5. Milliyet ve sınıf farkı gözetmeden her reşit vatandaş gerek vilayetler ve gerek muhtar idareler için temsilci seçilmeye yetkili olmalı.
  6. Bütün vatandaşlar kanun önünde, milliyet ve din farkı gözetilmeksizin eşit olmalı.
  7. Basın, söz, vicdan, toplanma, dernek kurma ve seçim mücadelesi için tam serbestlik verilmeli.
  8. Her vatandaşın şahsı ve evi, saldırılara karşı korunmuş olmalı.
  9. Kiliseler, hükümetten ayrılmalı; bütün dini kuruluşlar, yalnız kendilerinden olan ve buralara devam eden şahısların yardımlarıyla varlıklarını korumalı.
  10. Bütün halk, askerliğini barışta milis örgütleri şeklinde yapmalıdır.
  11. Laik ve zorunlu bir eğitim düzeni uygulanmalı; hükümet, fakirlere yardım etmelidir.
Halkın ekonomik durumunun ıslahıyla ilgili olduğu için, yukarıda sözü edilen siyasi hakları elde ederek o ilkelere dayanmak suretiyle aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gereklidir:
  1. Mevcut vergi sistemi kaldırılmalı, yerine belirli bir güç ve ödeme kabiliyetine göre ileri bir vergi sistemi konulmalı.
  2. Vasıtalı vergiler, tamamen kaldırılmalı.
  3. Köylüler, her türlü borçlardan kurtarılmalı.
  4. Halkın veya hükümetin yardımlarıyla ziraat makineleri sağlanmalı bunların kullanılması öğretilmeli ve bunlar halka verilmeli.
  5. Halk içinde ziraat ortaklıkları kurulmalı, bu ortaklığın amacı, ziraat ürünlerinin satışı, tohum, hububat ve benzeri gibi şeylerin satın alınması ve yönetimi olmalı.
  6. Her cins ulaştırma ve temas için araç sağlanmalı
  7. Hükümet, çalışanların sömürülmesini önlemek için yardım etmeli ve bunları korumak için kanunlar çıkarmalı.
Ermenilerin çoğunluğunun bulunduğu Türkiye Ermenileri ve onların yaşadıkları yerler, vatanımızın en geniş topraklarıdır. Ermeni çoğunluğunun davası, Berlin Antlaşması'nın 61. Maddesi ve diğer uluslar arası koşulların gücüyle, bir hak durumuna gelmiş ve Avrupalı büyük devletler tarafından da tanınmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun siyasi, ekonomik ve mali düzensizliği, düşüşü, iflas etmiş durumu, iç karışıklıkları ve zelzeleye uğramış hali, Osmanlı hükümetinin yok olmasını zaruri ve kesin kılmış, diğer Avrupalı devletlerin etkileri de buna yardım etmiştir. Avrupa'daki Osmanlı topraklarının bir kısmının da sistemli bir şekilde parçalanarak diğer devletlerin eline geçmesinden ötürü aşağıdaki hususların sağlanması, tarihi bir lüzum ve zaruret halini almıştır:
  1. Ermeni komitecileri, bugün uğraşlarını Ermenilerin davasını savunmak ve sonuçlandırmak için yakın amaca göre harcayacaktır.
  2. Bu duruma göre ihtilalin uğraşı sahası, Türkiye'de yaşayan Ermenilerin bölgesi olacaktır.
  3. Ermenilerin geleceklerini Osmanlı Devleti'nin kaderinden ayırmak gerekeceğinden, Ermenilerin en yakın amacının ilk koşulu Ermeni bağımsızlığıdır.
Ermenileri yakın amaca ulaştırmanın çaresi, bir ihtilalle yani zorla Türkiye'deki Ermeni bölgelerindeki genel kuruluşu alt üst etmek, değiştirmek; genel isyanla, Türk hükümetine karşı savaş açmaktır. Bu uğraşların vasıtaları:
  1. Matbuat, kitap ve konuşmalarla halk arasında ve özellikle işçiler içinde propaganda yapak; Hınçak Partisi'nin ihtilal fikirlerini yaymak, halk arasında ihtilalci örgütler kurmak ve isyan çıkarmak.
  2. Türk istibdat elemanlarını, hafiyeleri, muhbirleri, hainleri ve ihanet edenleri cezalandırmak; terörü, ihtilal örgütlerinin savunması için bir vasıta ve halkı ezenlerin ve alçakların uğraşılarına karşı koruyucu olarak kullanmak.
  3. Hükümet askerlerinin veya aşiretlerin saldırılarına karşı halkı korumak için, elde silahlı hazır bir kuvvet bulundurmak; akıncı alayları kurmak. Bu alaylar, yapılacak bir genel isyanda öncülük görevini yapacaklar.
  4. Birbirine bağlı, tam bir birlik ve beraberlik içinde ortak hedefe yürüyen, aynı taktiği uygulayan, bir merkezden sevk ve idare edilen düzenli ve birçok gruplardan oluşan genel ihtilal örgütü kurulmalıdır. Türkiye'deki örgütlerin bütün güç ve yetkileri, Hınçak Komitesi'nin teşkilat ve uğraşlılarını gösteren bir tüzükle tespit edilmiştir.
  5. Düzenlenen bir isyanı uygulamak için olaylar yaratmak.
  6. Herhangi bir devletin Türkiye'ye karşı savaşa girmesi, genel bir isyanın başarıya ulaşması için en uygun bir zamandır.
  7. Ermeniler ile kaderleri bir olan ve aynı bölgede yaşayan diğer azınlıkları kendi tarafımıza çekmek, onlarla birlikte müşterek düşmanımız olan Türk Hükümeti'ne karşı savaşmak. Hınçak Komitesi'nin en büyük amacı, Doğu Anadolu'daki bütün diğer azınlıklarla birlikte, Osmanlı devletinin esaretinden kurtularak İsviçre'de olduğu gibi bir federasyon kurmaktır.
Bir siyasi programa göre çalışan Hınçak Komitesi, özellikle işçi sınıfına çok uygun gelen Marksizm propagandası yapmıştır. Karışıklıklar çıkarmak ve ihtilal yapmak için, gençler, dini liderler, avantürler ve işsizler, komiteye girmeye ve buralarda çalışmaya can atmışlar; Komite yöneticileri de, sınıf esası üzerine çalışarak bir Ermeni Proleteryasını yaratmak istemişlerdir.

Komitenin bu çalışmaları, Türkiye''eki yaşama koşullarına göre, bir sosyalizm propagandasından öteye geçememiştir. Hınçak Komitesi'nin düzenlediği ayaklanmalara, birçoğu dış memleketlerden ve özellikle Rusya'dan gelmiş ve bu gibi işlere yatkın kimseler de girmişlerdir.

Ermenilerin eyleme geçmeleri, memlekete çok ağır ve giderilmesi olanaksız kanlı olaylara etken olmuştur. Hınçak komitesinin örgütlerini kurmak için Cenevre''en Tiflisli Şimavon, İran'dan S. Danielyan, Trabzon'dan Rus uyruklu Rupen Hanazat, Batum'dan H. Megavoryan geldiler. Uzun süren tartışmalardan sonra, İstanbul Hınçak Komitesi Merkezi kurulmuştur. Bu örgüte, İstanbul'da 1890 yılından evvel kurulmuş olan diğer ihtilalci örgütler de katılmışlardır.

Görülüyor ki, Türkiye'deki Ermenilerin alın yazısı, birçok Rus Ermenisinin eline bırakılmıştır. Bu arada komiteye girmeyenler ve para yardımı yapmayanlar, baskı altında tutulmaya veya öldürülmeye başlanmışlardır. Örgütler, büyük bir hızla Anadolu'daki vilayetlere de yayılmışlardır.

FAALİYETLERİ

Hınçak Derneği'nin ana tüzüğü ve programı, 1909 yılında İstanbul'da basılmıştır. Bu tüzük, dernekler kanunu gereğince İçişleri Bakanlığı'na verilmiş ve gerekli işlemler yapılarak İstanbul Valiliği'nin 8 Şubat 1909 gün ve 90 sayılı onay belgesini almıştır. Tüzük beş kısımdan oluşmaktadır.

Ermeni Hınçak Komitesi'nin ele geçen faaliyetleriyle ilgili olarak 1910, 1911, 1912 ve 1913 yıllarına ait karar defterinde şu kararların alındığı yazılıdır:
  1. Silah, cephane ve patlayıcı madde sağlanmasına çalışılması.
  2. Silah eğitimi yapılması (Marufyan, Yavruyan, Candan tarafından).
  3. Propagandalara hız verilmesi.
  4. Taşnak Komitesi ile ilişki kurulması.
  5. İttihatçılarla ilişki kurulması.
  6. Van'da çeteler kurulması ve yönetilmesi. (Bu çeteler şunlardır: Orsfan, Cang, Goçnak, Juraçak, Pencak, Badami, Tejohenk, Maro ve Paros)
Hınçak Komitesi 24 Temmuz 1914 tarihinde, Türkiye'de Üçüncü Kongresini yapmıştır. 51 şubeden gönderilen 28 delegeyle Cangülyan'ın başkanlığı ve Tancutyan'ın sekreterliğinde açılan kongrede şu karar alınmıştır:

"Amaç ve çalışmalarımızın gerektirdiği büyük sorumluluk ve ondan doğacak tehlikeler göz önünde tutularak, uygar insanlar olduğumuzu göstermek için maceralardan ve düşüncesizce yapılacak hareketlerden kaçınılmalı, iyice düşünülmüş dengeli tesirler ve vasıtaların amaçlarımızda ve hareketlerimizde başarı sağlamak için tek çare olduğu göz önünde tutulmalıdır."

Bunun üzerine Hınçak komitecileri, 1896 yılında Türkiye'den uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu komitenin üyeleri arasında anlaşmazlık çıkmış ve ikiye bölünmüşlerdir. Bir kısmı asıl Hınçaklar (Nazarbeg taraftarları), diğer kısmı reforme Hınçaklar (Veragazmiyal Hınçak) adını almışlardır. Bu ikinci grup, Arpiyar Arpiaryan adında bir şahıs tarafından yönetilmeye başlanmıştır.

Her iki komite de, bir prensip ve programa göre değil, yöneticilerin görüş ve davranışlarına göre hareket etmişler, şahsi çıkarlarını ön planda tutmuş ve bunu savunmuşlardır. Aralarındaki bu anlaşmazlık, sokak kavgalarına dönüşmüş, bazıları dövülmüş, bir kısmı da öldürülmüştür.

Hınçakların Marksist olduğunu anlayan Ermeni halkı ise komitacıların görüşlerini kabul etmemiştir. Mücadeleler 1902 yılında iyice artmış, her iki tarafa bağlı birçok komitacı, İngiltere'de, Rusya'da, Mısır'da, Bulgaristan'da, Kafkasya'da ve İran'da sokak ortasında öldürülmüşlerdir.

Van İsyanı'ndan sonra bazı küçük çeteler, Hınçak ismini taşımışlarsa da artık yeterli bir güçten yoksun kalmışlardır. Hınçak Komitesinin dağılmasında, bazı Hınçak liderlerinin Rusların gizli amaçlarını anlayarak tuttukları hatalı yoldan ayrılmaları da başlıca etkenlerden biri olmuştur.

KAYNAK:
Sakarya, Em. Tümg. İhsan; Belgelerle Ermeni Sorunu, Genelkurmay ATASE Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1984, 2. Baskı, s. 76-87
TAŞNAK
  • Örgüt Yapısı
  • Amacı ve Hedefleri
  • Stratejileri, Tutum ve Davranışları
  • Viyana ve Münih Kongreleri
  • Destek ve İlişkileri
  • Politik Gelişmeleri
  • Yayın Organları
"Ermeni Devrimci Federasyonu" olarak da anılan Taşnak Komitesi, Ermeni sorununun ortaya çıkmasında önemli roller oynamıştır. Komitanın faaliyetleri, komünistlerin "Ermeni Cumhuriyetini" ele geçirmelerinden sonra ABD, Lübnan, İran, Fransa ve Yunanistan da "sürgündeki parti" şeklinde devam etmiştir. Günümüze kadar çeşitli eylemlerle faaliyetlerini devam ettiren Taşnak komitesini, çeşitli terör tim ve grupları oluşturdu.

1. Örgüt Yapısı
a. Büro - Örgütün en üst organıdır. Örgüt yönetimi "Büro"nun kararları doğrultusunda gerçekleşir. Büro, görünüşte kollektif liderlik şeklindedir. Kaliforniya'dan, Fransa'dan, İran'dan birer, Lübnan'dan beş üyeden oluşur. Üyeler kendi aralarından birini başkan seçerler. Lübnan iç savaşına kadar Büro, Lübnan'daydı. İç savaş sonunda sırasıyla ABD, Yunanistan ve Fransa'ya taşındı. Bugün tekrar ABD'de olduğu sanılmaktadır. "Büro" üyeleri, yönetim esasları, kararları gizlidir. 1985 yılına kadar, İran doğumlu, Yunanistan'da yaşayan, Hrair Marukiyan'ın Büronun başkanı olduğu bildirilmektedir.

b. Merkez Komitesi - Örgütün üst yönetim organıdır. Büro ile yerel gruplar ve örgütler arasındaki bağı teşkil eder. Ermenilerin nüfus bakımından önemli oldukları yerlerde kurulur. Lübnan ve Fransa'da birer "Merkez Komitesi" olmasına karşılık, ABD'de "Batı Kesimi Merkez Komitesi", "Doğu Kesimi Merkez Komitesi" adı altında iki komite vardır. Pramide benzeyen bu yapının altında yerel örgütler, organlar yer alır. Bunlar, çeşitli "Ermeni temalarını" taşıyan isimlerle anılırlar. Başlıcaları, "Ermeni Gençlik Federasyonu", "Gençlik Örgütü", "Erkek ve Kız Öğrenciler İzci Örgütü" ve "Spor ve Kültür Örgütleri" gibi adlarla kurulmuşlardır.

c. Merkez Komitesi'ne veya Merkez Komitelerine ayrıca propaganda ve yayın; Hukuk; Mali; Askeri; Eğitim ve "Ermeni göçünü denetleme komitesi" adı altında çeşitli hizmet bölümleri bağlıdır. Bunlar daha çok bilgi ve teknik hizmet birimleridir: "Ermeni Devrimci - İhtilâlci - Federasyonu" adı, propaganda etkinlik sağlamak ve özellikle Batı kamuoyunda tepki yaratmamak amacıyla değiştirilmek istenmiş ve Taşnakların siyasi kolu şeklinde "Ermeni Ulusal Komitesi" adını almıştır. Çeşitli propaganda uygulamalarında sanki farklı kuruluşlarmış gibi iki isim de kullanılmaya çalışılmaktadır.
2. Amacı ve Hedefleri

Taşnak, komünist olmayan bir Ermenistan kurulmasını ve Türkiye'nin Ermenilere karşı işlendiği iddia edilen suçlara karşı tazminat ödemesinin sağlanmasını amaçlamaktadır. Taşnak yayın organlarında bu amaç, şu şekilde dile getirilmektedir: "Sevr anlaşması üzerinde durmaya devam edeceğiz. Bu anlaşma davamızın kilometre taşlarından biridir..."

Taşnak'ın nihai amacı ise, "Dört T" şeklinde özetlenebilir: Terör yoluyla soykırım iddialarının tanıtımının yapılması, iddiaların Türkiye tarafından tanınması, Türkiye'nin tazminat ödemesi ve Türklerin işgali altında bulunduğu iddia edilen toprakların Ermenilere iade edilmesi.

3. Stratejileri, Tutum ve Davranışları

Stratejisini görüntüde, "barışçı yollarla amaçlarının gerçekleştirmesi" şeklinde ortaya koyan Taşnak, uzun yıllar öncesine dayanan faaliyetleriyle tam bir terör örgütü gibi hareket ettiğini ortaya koymuştur.

Netikim, "Ermeni Soy Kırımı Adalet Komandoları" adlı terör grubu Taşnak tarafından kurulmuş, örgütün adı daha sonraları "Ermeni Devrimci Ordusu"na şeklinde değiştirilmiştir. Bu grubun bütün cinayetleri ve bombalama olayları Taşnak tarafından planlanmıştır. Ancak Taşnak'ın terör örgütü ASALA'dan farklı bir yanı vardır: ASALA terör eylemlerinde Türk veya başka ülkelerin vatandaşları arasında ayrım gözetmezken; Taşnak ve ona bağlı terör grupları, hedef olarak yalnız Türkleri, Türk vatandaşlarını, Türk temsilcilerini seçmişlerdir.

1982 yılında Los Angeles'teki Türk Başkonsolosunu öldürdükten sonra "Adalet Komandoları"nın yaptıkları "Tek amacımız Türk diplomatları ve Türk kurumlarıdır" açıklaması, bunun en açık kanıtıdır. "Ermeni Devrimci Ordusu"nun 1983 yılında Lizbon'daki Türkiye Büyükelçiliğine yaptığı saldırıda da aynı beyan tekrarlanmıştır.

XIX yüzyıl sonları ve XX. Yüzyıl başlarında Taşnaklar, daha çok Batı yanlısı davranmış ve Batı kamuoyunu etkilemeye çalışmışlardır. Hınçaklar ise Rusya'ya yönelmişlerdir.

1982 ve 1983 yıllarındaki elçilik saldırılarının ardından Taşnak Ermeni örgütünün stratejisi şu şekilde açıklanmıştır:

"Bir kurtuluş hareketinin nihai amacına erişmesi için iki aşama vardır:
Birincisi destek üsleri sağlamaktır. Buna "İç propaganda" denilir. İkinci aşama ise, dışarıda tanınma yani dünyanın beğenisini kazanmadır. En azından dünya kamuoyunun davaya eğilmesi sağlanmalıdır. Bu ise, bir başka değimle gösteri eylemleri dönemidir..."

Taşnak'ın nitelikleri, Taşnak Partisi tarihçisi Varanciyan tarafından şöyle açıklanmaktadır:

"Belki de hiçbir ihtilâlci parti, hatta Rusların Nazodovoletz ve İtalyanların Çarbonarileri bile -ki bunlar terörist eylemlerde zengin deneyimlere sahiptirler ve hiçbir şeyden çekinmezlerdi- Taşnak partisi kadar çılgın türde terörist yetiştirememiştir. Yüzlerce silahşör, bomba ve hançerle intikam için yola çıkmış kişi yaratmıştır..."

4. Viyana ve Münih Kongreleri

27 Aralık 1981 tarihinde Viyana'da yapılan 22. Taşnak Kongresi'nde özetle şu kararlar alınmıştır:
  • Partinin amacı, birleşik ve özgür bir Ermenistan'ın kurulmasıdır.
  • Diğer Ermeni kuruluşları, siyasi komite aracılığıyla baskı yapılarak Taşnak saflarına çekilmelidir.
  • Batılı ülkelerle tam bir yakınlık kurulmalıdır.
  • Sovyet Ermenistan'ı ile yakın ilişkilere girilmeli ve Ermeni göçü durdurulmalıdır.
1984 yılı sonunda 15 ülkeden gelen parti temsilcileriyle Münih'te yapılan kongrede ise şu kararlar alınmıştır:
  • Ermeni davasının tanıtılması için yeni kampanyalar başlatılmalıdır.
  • Ermeni davasına siyasi çözüm sağlayacak, çeşitli barışçı ve yasal yallar denenmelidir. Örnek olarak (A.B.D.Ieri kongresinde ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunda girişimlerde bulunularak) Ermeni soykırımınının tanınması sağlanmalıdır.
Bu toplantı sonunda yayınlanan açıklamada ise şöyle denilmiştir:

"Ermeni halklarının meşru haklarını, Türkiye'nin soy kırımını tanımasıyla sağlanmalı, insani ekonomik ve kültürel kayıpların tazmini ve binlerce yıllık Ermeni vatanının yeniden kurulmasını savunmaya devam edeceğiz..."


Her iki kongre kararları da, Taşnak'ın propaganda araçları olarak kullandığı temaları belirlemesi bakımından önemlidir.

5. Destek ve İlişkileri

Taşnak, desteğini daha ziyade ABD'den ve Avrupa devletlerinden almaktadır, ilişkileri ise mümkün olduğu kadar diğer terör örgütleriyle temas etmemek şeklinde bir esasa bağlanmıştır. Adı geçen devletlerin çeşitli teşkilâtlarıyla iliş-kileri vardır. Kilise ve Kiliseler Birliği ile "Ermeni lobileri" ve "Araştırma merkezleri" başlıca destek kaynaklarını teşkil etmektedir.

6. Politik Gelişmeleri

1970 'lere kadar, Taşnak Ermeni terör örgütünde belirlenen ve uygulanan politikalarda esas "Sovyet Ermenistan'ının kurtuluşu ve bağımsızlığı" olmuştur. Bu sebeple, Sovyetler Birliği'ne karşı olan düşmanlıklar öncelik kazanmış, Sovyet Ermenistan'ını tutan veya Sovyet Ermenistan'ını destekleyenlere karşı acımasız bir mücadele verilmiştir. New York'taki Holy Cross Ermeni Kilisesi'nin Başpiskoposunun Noel âyini sırasında bir Taşnak fedaisi tarafından öldürülmesinin nedeni, onun Sovyet Ermenistan'daki durumu onaylamasıdır.

1970 'lerden sonra, Ermeni Cumhuriyeti lider ve kadrolarının ölüm ve diğer sebeplerle ortadan kalkması ve dağılması, Taşnak'ın politikalarında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Artık, düşmanlık Türkiye'ye ve Türklere yönelmiştir. Nitekim, 1972 de Taşnakların kurduğu ve teşkilâtlandırdıkları "Ermeni Soy Kırımı Adaleti Komandoları" terör grubu da bu politika gereği harekete geçirilmiştir. Taşnak'ın propaganda organı olan Aztag Şapatoryag gazetesi, "Günümüzde kurtuluş mücadelelerinin de son umut ve çıkış yolu olarak terörizmdir" diyerek yeni dönemin metodunu açıklamıştır.

Ancak, Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği'ne yönelik baskın, Taşnak'a itibar kazandırmadı. Bu olaydan sonra, "Ermeni Soykırımı Adaleti Komandoları" isimli örgütün ismi "Ermeni Devrimci Ordusu" olarak değiştirildiyse de Taşnak için kurtarıcı olmamıştır. Özellikle 1984 tarihinde Taşnak canilerinden Sasunyan'ın tutuklanıp, mahkûm edilmesi Taşnak politikasına önemli bir darbe vurmuştur. Bu süreçte Taşnak, Amerika'da doğan Ermenilerin desteğini yitirmiş; nitekim, "Armenian Reporter" gazetesi, Taşnak partisinin Lübnanlı, dışardan gelen Ermenilerin eline geçtiğini, terörizmi desteklemeyen büyük çoğunluk karşısında âciz kaldığını yazmıştır.

Terörist kolun zayıflaması, Taşnaklar arasında ve özellikle "Büro" ve "Merkez Komiteleri" üst yönetimleri arasındaki çatışmaları artırmıştır. Örgütün üst yönetimi ikiye ayrılmıştır. "Büro"nun güçlü adamları, Lübnan Merkez Komitesinin temsilcileri ve önde gelen yöneticileri, Lübnan'da, öldürülmüşler veya kaybolmuşlardır. 1985 yılının sonlarına doğru artık bir Taşnak bütünlüğünden söz edilemez olmuştur.

Taşnak'ın bu duruma gelmesinde dışardan iki büyük etken rol oynamıştır. Bunlardan birincisi Taşnak yöneticilerinin bazı devletlerin gizli servisleriyle ilişkilerinin açıklanması ve bu servislerin Ermeni kiliselerin bir elde toplama çabalarının ortaya çıkmasıdır. İkincisi ise ASALA - Taşnak mücadelesidir. ASALA, Taşnak yöneticileri için "Ermenilerin kanını emen ve kurutan parazitler" ifadesini kullanmıştır.

7. Yayın Organları

Ermeni komiteleri ve terör örgütleri içerisinde propaganda konusunda büyük deneyimleri ve o nispette destekleri bulunan Taşnak, çeşitli süreli, süresiz yayınlar, satın alınan radyo programları, özel radyolar TV ve video filmleri gibi haberleşme ve yayın araçlarıyla sürekli olarak amaçlarını, hareketlerini, politikalarını dünya kamuoyuna duyurmak imkânını elde etmişlerdir. Birçok devlet bu bakımdan Taşnaklara özel destekler sağlamış ve ilgi göstermiştir.

Taşnak yayın organları içerisinde en önemlileri ABD'de Ermenice yayınlanan "Hayrenik" ve "Asbarez" ile İngilizce yayınlanan "Armenian Weeky"dir.

Bu örgütün, katılanların kısıtlı sayılarına rağmen, Paris, Bükreş, Erivan, Münih gibi yerlerde 22 dünya konferansı düzenlemesi önemli bir propaganda, yayma ve yayılma olayıdır.

KAYNAK:
Uras, Esat; Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul 1987, s. 432-442
 
 ERMENİ İSYANLARI
 
  • 1914 ÖNCESİ
    • Musa Bey Olayı
    • Erzurum Olayı
    • Kumkapı Gösterisi (Temmuz 1890)
    • Birinci Sasun İsyanı
    • 1895 Zeytun İsyanı
    • I. Van İsyanı
    • Osmanlı Bankası Baskını
    • İkinci Sasun İsyanı
    • Yıldız Suikastı
    • Adana Olayı
 
  • BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
    • Bitlis İsyanları
    • Erzurum İsyanları
    • Elazığ İsyanları
    • Diyarbakır İsyanları
    • Sivas İsyanları
    • Trabzon Olayları
    • Yozgat Olayları
    • II. Van İsyanı
    • Şebinkarahisar Olayı
    • Bursa Olayı
    • Adana Olayları
    • Urfa Olayları
    • Fındıkçık Olayı
    • Musa Dağı Olayı
    • İzmit ve Adapazarı Olayları
    • İsyanların Genel Tablosu
 
  • KURTULUŞ SAVAŞI
ERMENİ SORUNUNUN ÇIKMASINDA KİLİSENİN ROLÜ
 
  • Ermeni Kilisesi'nin Bağımsızlık Çalışmaları
  • Meşrutiyet'in İlanı, Kilise-Taşnak-Hınçak İşbirliği
  • "Ermeni Katogigosluk Ve Patrikliği Nizamnamesi"
  • Patrik Zaven Efendi'nin Çalışmaları
29 Mart 1863 tarihinde Ermeni cemaatının Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumunu daha da güçlendiren, onlara bazı ilâve imtiyazlâr tanıyan ve kendilerini yönetmeleri konusunda muhtariyet getiren "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" adı ile hazırlanan bir nizâmnâmenin yürürlüğe girmiştir. Ermeniler için daha önce mevcut bulunan haklara ilâveten birçok yeni hükümler ihtiva eden bu nizâmnâme, Islâhat Fermânı hükümleri uyarınca, yüzyıllardan beri devletin en sadık tebaası olarak kabul edilen Ermenilere verilen bir mükafat durumundadır. Osmanlı Hükümeti'nin muvafakatı alınarak doğrudan doğruya Ermeni Patrik Meclisleri tarafından hazırlanmış olan bu nizâmnâmede, Ermeniler'e "devlet içinde devlet", "yönetim içinde yönetim" denilebilecek kadar ölçüsüz imtiyazlar tanınmıştır. Ermeniler bu "Millet Nizâmnâmesi" ile bir bakıma Ermeni asillerin tahakkümünü ortadan kaldırmak istemişlerdir. Bu dönemde, Gregoryen Ermeniler İstanbul'daki patriklerinin idaresinde 26 Episkoposluk dairesinde yaşıyorlar, çoğunluğu şehirlerde bulunan Katolik Ermeniler ise, bir Patrik yönetiminde 13 Episkoposluk dairesi teşkil etmişlerdir(1). Kagik Ozanyan adlı Ermeni yazarı, bu nizâmnâmenin, Ermeniler'de ihtilâl ruhunu uyandırdığını ve "Ermeni Meselesi"nin masa üzerine konulduğunu ifade etmiştir(2).

KAYNAK
(1)İlber Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, İstanbul 1985, s. 73.
(2)Esat Uras, a.g.e., s.412
MİSYONER FAALİYETLERİ
 
Türkiye'ye gelen ilk misyonerlerin Proteston olduğu ve "British and Foreign Bible Society"ye mensup oldukları ve bu teşkilatın 1804'te kurulmasından sonra İzmir'den Anadolu içlerine misyonerler yollamaya başladığı anlaşılmaktadır. Amerikan misyonerleri 1819'dan itibaren gelmeye başlamışlardır.

1896 yılında Amerika'dan 7, İngiltere'den 4 ayrı Kiliseye bağlı misyonerler Osmanlı topraklarına dağılmışlardır. Sadece Amerikalı olarak 176 misyoner ve bunların yanında 869 mahalli yardımcı çalışmaktadır. Bir misyon bulunan belli başlı Anadolu şehirleri de şunlardır: Bursa, İzmir, Merzifon, Kayseri, Sivas, Trabzon, Erzurum, Harput, Bitlis, Van, Mardin, Antep, Maraş, Adana, Hacin, Ankara, Yozgat, Amasya, Tokat,Arapkir, Malatya, Palu, Diyarbekir, Urfa, Birecik, Elbistan, Tarsus.

Misyoner faaliyetleri, Ermeni isyanlarını desteklemese bile, isyanın zemininin hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. İsyanlara takaddüm eden dönemlerde ve isyanlardan sonra vilayetlerden gelen raporlarda misyoner faaliyeti geniş şekilde yer almıştır.

KAYNAK:
Gürün, Kamuran; Ermeni Dosyası, TTK Basımevi, Ankara 1983, s. 40-44
 PROPAGANDA
 
Türklerin en zayıf oldukları sahalardan birisinin propaganda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu, Osmanlı Devleti'nde de böyleydi. Türkiye Cumhuriyeti'nde de böyle olmuştur. Türklerin propaganda ile ilişkileri, yazılara, yalan iddialara cevap vermeye çalışmaktan ibaret kalmış, yani bir nevi pasif, kendini korumaya matuf bir gayretten öteye geçmemiştir. Bu davranış ise Türklerin daima suçlu durumda gösterilebilmesi için, karşı taraflara çok büyük bir rahatlık ve hareket serbestisi bırakmıştır.

Türkiye ve Türkler aleyhindeki propagandanın özellikle Amerika'da en kesif olduğu tarih şüphesiz 1923 yıllarıydı. Bunun sebepleri hakkında Powell şöyle yazmaktadır:

"Türkler aleyhine derin kök salmış olan düşmanlığı şu sebeplere bağlayabiliriz. Geçmişte Hıristiyan azınlığa ve özellikle Ermenilere reva gördüğü zulüm politikası başta gelir; ikinci olarak dini önyargılar ve siyasi propaganda gelir ki, bunların birisinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını söylemek zordur; üçüncüsü mağlup ve parçalanmış olduğunu kabul ettiğimiz bir ülkenin yeniden ortaya çıkışından duyduğumuz üzüntü ve hayal sukutudur ve nihayet Türklerin ısrarla kendilerini savunmayı reddedişleridir."

Powell kitabının 32. Sayfasında bu son sebebe değinmekte ve 1922 yazında Yıldız Köşkü'nde Vahdettin ile yaptığı bir konuşmada Padişahın kendisine söylemiş olduğu şu sözleri nakletmektedir:

"Sizin gazeteleriniz ve dergileriniz, eğer yollasak bir Türkün yazdığı yazıyı basmazlar, eğer basılsa halkınız bunu okumaz, eğer okurlarsa inanmazlar. Hatta Amerika'ya Türk görüşünü sizin dilinizle anlatacak kalifiye birisini yollasak, tarafsız bir dinleyici kitlesi bulabilir mi?"

Padişahın söyledikleri belki doğrudur, nitekim gene aynı kitabın 10. Sayfasında, ismi zikredilmeden, New England'ın muteber din adamlarından birisinin "Türkler hakkında hakikati duymak istemiyorum, ben onlar hakkında çoktandır kanaatimi değiştirdim" dediği nakledilmektedir. Ancak böyle bir noktaya gelinmiş olması Türklerin devamlı susması ve muarızlarının yaydıkları yanlış propagandaların, dini faktörlerin ve politik mülahazaların da ilavesi ile zihinlerde yer etmesi sebebiyledir. Bununla birlikte; "nasıl olsa basılmaz, basılsa okunmaz, okunsa inanılmaz" zihniyeti tamamen aleyhte bir davanın gelişmesine, karşı propagandanın daha rahat ve daha çabuk netice vermesine yardımcı bir unsur olmuştur. Genellikle hemen her ülkede, gazetede çıkan bir makalenin veya bir haberin doğruluğuna inanmak eğilimi vardır.

Din faktörünün ve siyasi değerlendirmelerin Türkiye aleyhindeki havanın gelişip yerleşmesine nasıl yardımcı olduğu ortadadır. İşin içine bir de şuurlu propaganda unsuru girince, durum tabiatıyla daha da değişip, sadece tek taraflı haberlerin verilmesinden öteye, verilen haberlerin içindeki gerçek payının azalması veya tamamen kalkması durumu ortaya çıkabilmiştir. Bunu kanıtlayan bazı ifadeler aynı kitapta şöyle geçmektedir:

"Vahşet olayları çok büyük ölçüde mübalağa edilmiştir. Son dönemlere ait vahşet olaylarının bir kısmı ise hiç vuku bulmamıştır. Amerikan yardım teşkilatının mahalli (İstanbul) basın temsilcilerinden biri, dostlarına açıkça, Amerika'ya sadece Türk aleyhtarı haberler gönderebildiğini, çünkü para getirenin bu olduğunu söylemiştir."

Bu ifade fazla soyut görülebilir. Bu sebeple bazı örnekler verilmesinde fayda vardır:

"Osmanlı Bankası baskını ve takiben Ermenilere vaki saldırılar haberi Avrupa'da yazıldıktan kısa bir süre sonra, resimli gazetelerden bazı sanatkarlar vahşet olaylarının resimlerini yapmak üzere İstanbul'a gönderilmişti. Bunların arasında tanınmış harp muhabiri müteveffa Mr. Melton Prior da vardı. Enerjik ve kararlı tabiatlı, hadiselere tabi olmayıp onların üstüne çıkabilen bir insandı. Bu özel görevi dolayısıyla nazik bir durumda olduğunu bana söyledi. Memleketteki insanlar akıl ermez vahşet olayları duymuş ve bunların temsili resimlerini bekliyordu.

Ölmüş Ermeniler gömülmüş, kadın ve çocuklara ise hiç dokunulmamış, hiç bir Ermeni Kilisesine de saldırılmamış olduğuna göre, bunları nasıl temin edeceği meselesi ortaya çıkıyordu. Namuslu ve Türkleri takdir eden bir insan olarak, şahit olmadığı hususları icat etmeyi reddediyordu. Ancak diğerleri bu derece dürüst değildi. Neticede, bir İtalyan resimli gazetesinde, Kilise içinde kadın ve çocukların katledilişini gösteren korkunç resimler gördüm."

"Yüksek mevkilerdeki Türk görevlileri tarafından Ermenilere karşı yürütüldüğü söylenen vahşi tedip tedbirleri münasebetiyle ismi baş sıralarda geçenlerden biri, Anadolu'da ıslahatla görevlendirilen Müşir Şakir Paşa'dır. 1895 Ekiminde Erzurum'da bulunan Mareşalin, Ermeni ayaklanması sırasında kana susamış bir insan gibi, elinde saati, kendisinden emir bekleyenlere, Ermenilerin tepelenmesine bir buçuk saat daha -bazı versiyonlarda iki saat daha- devam edilmesi talimatını verdiği rivayeti hemen bütün dünyayı dolaşmıştı...

Seyahatimizin gayesini göz önünde tutarak sırasıyla İngiltere Konsolosu Mr. Graves'i, Vali Mehmet Şerif Rauf Paşa'yı, Fransız Konsolosu M. Roqueferrier'yi ve Rus Başkonlososu M. V.A. Maximov'u ziyaret ettik. Bu zevatın hepsine, Şakir Paşa hakkında söylenenlerin doğruluğuna inanıp inanmadıklarını sorduk. M. Rowueferier bunun gülünç ve zevk için uydurulmuş hikayeler olduğunu söyledi ve Şakir Paşa hakkında birkaç takdirkar söz ilave etti."

"Rus Konsolosu M. Maximov: Böyle hikayelerin doğruluğunu tekzip etmek benim görevim değildir, size söyleyebileceğim Şakir Paşa'nın mert ve çok iyi kalpli bir insan olduğudur, kendisini senelerdir tanırım, dostumdur, dedi. İngiliz Konsolosu Mr. Graves, o sırada burada değildim, bu konuda Şakir Paşa'yla da konuşmadım, fakat Vali bunun doğru olmadığını söyledi, bu benim için kafidir, zira Rauf Paşa'nın bizzat söylediklerine tereddütsüz inanırım, dedi."

"Mr. Graves'e ülkeye Ermeni ihtilalcileri gelerek Ermeni halkını isyana teşvik etmeseydi, her hangi bir katliam vuku bulacağını düşünür müydünüz, diye sordum. Şüphesiz hayır, diye cevap verdi. Tek bir Ermeni dahi öldürülmüş olmazdı."


Ne var ki, bu bilgiler hiçbir zaman batı basınında akis bulmamıştır. Tıpkı şu satırlarda ifade edildiği gibi:

"Ekim sonunda (1922) Amerika'da (Near East Relief's) teşkilatı temsilcileri müteveffa Miss Annie T. Allen ve Miss Florence Billings, Yunanlıların geri çekilirken yakmış oldukları Türk köylerinin durumu hakkında hazırladıkları bir raporu Teşkilatın İstanbul'daki merkezine yolladılar. Teşkilat bu raporu aynen M. Llyod George'un İzmir'de Yunanlıların yaptıkları fecaate müteallik Bristol Raporu'nu neşretmeyişi gibi, hiçbir zaman neşretmedi."

Bristol Raporu'nu, Llyod George gerçekten yayınlamamıştır.

"Raporu neşrettirmek istemeyişleri anlaşılmaz bir şey değildir. Ayrıca M. Venizelos da bütün şahsi ağırlığını ortaya koymuştu. Yunan temsilcisi hazır bulunmadan ve şahitlerin ismi gizli tutularak tespit edilen olayların neşrine itiraz etmişti. Böyle yapılmasının, batılı komisyonu değil de, mahalli Yunan otoritelerini ilgilendiren haklı bir yönü vardı.

Yunanistan aleyhine netice verecek bilgileri ortaya koyanlar Yunan işgalindeki bölgelerde yaşıyordu ve Yunan misillememesine maruz bırakılamazlardı. Aynı hukuki endişeler Belçika'daki Alman vahşeti ve Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere uygulanan muamele isimli Bryce Raporu için de geçerliydi. Müttefik hükümetler o aynı sebeplere rağmen ismi geçen raporları neşretmekte mahzur görmemişti."


Toynbee'nin bahsettiği Byrce Raporu, kendisinin editörlüğünü yaptığı İngilizlerin Mavi Kitap'ıdır.

Ancak, nadiren de olsa, tam aksi durumlar da olabilmiştir. İngilizler 18 Eylül 1918 Eylülünde Bakü'yü tahliye zorunda kalmıştı. Gazeteler bu haberi neşrederlerken Ermenilerin hıyanetinden da bahsetmişlerdi. İngiliz propaganda hizmetleri bunun üzerine ciddi telaşa düşmüş ve bu haberin yapabileceği tesiri silmek yolunu tutmuşlardı. Bu maksatla hazırlanmış olan bir memorandumdan alınan aşağıdaki satırlar önemlidir:

"Ermenilerin kredisini düşürmek, Türk ale yhtarlığı davasını zayıflatmak demektir. Türkün, başı felaketten kurtulmayan, asil bir insan olduğu itikadını öldürmek çok güç olmuştur. Bu durum bu itikadı canlandıracak ve Ermenilerin olduğu kadar Zionistlerle Arapların prestijine de zarar verecektir. (...) Türklerin Ermenilere yaptığı muamele, Türk meselesinin radikal şekilde hallini ülkede ve hariçte kamuoylarına kabul ettirmek için Majesteleri Hükümeti'nin elinde en büyük sermayedir."

Propagandanın önemini anlamak için İngilizlerin bu maksatla nasıl bir teşkilat kurmuş olduklarına bakmakta yarar vardır:

"Bir propaganda dairesi konusunda ilk duyduğum husus, 1914 Ağustosunda Walton Heath Golf Kulübü'nde bir Pazar günü öğle yemeğinden sonra Mr. T.P. O'Connor'un Lloyd George'a, Almanların Amerika'da sokaklarda broşürün dağıtmak, gemilerle gelen yolcuların eline birer broşür sıkıştırmak şeklinde başlatmış oldukları propagandaya bir karşılık verilmesi zaruretini söyleyişi idi. Mr. Llyod George, şu ise bir bakıver, Charlie ne yapılabilir, bir düşün, dedi. Mesterman kabul etti."

Mr. Mesterman, eski bir kabine üyesi olup, Avam Kamarası'nda milletvekilidir. Bu tarihten sonra Mr. Masterman'ın bir propaganda bürosunu kurup başına geçtiği bilinmektedir. Büronun mevcudiyeti tamamen gizli tutuluyor, Mr. Masterman, Milli Sağlık Sigortası Komisyonu'ndaki görevinden istifade ederek bu Komisyonun çalıştığı "Wellington House", bürosunun da merkezi haline getirilmiş ve büronun isme "Wellington House" olarak belgelere geçmiştir.

Wellington House'ın çalışma sahası ise şöyle anlatılmaktadır:

"Müttefiklerin davasını, İngilizlerin gayretlerini, Bahriyenin, Ordunun, ticaret filosunun yaptıklarını, İmparatorluğun ekonomik ve askeri imkanlarını, harbin sebep ve gayelerini, Almanya''ın ve müttefiklerinin suçlarını ve vahşetlerini, Belçika'nın davasını, denizaltı savaşının gayri insaniliğini belirleyen olayları yaymak. Kullanılan vasıtalar da kitaplar, broşürler, mecmualar, diagramlar, haritalar, posterler, posta kartları, resimler, fotoğraflar ve sergilerdir."

Büronun sadece İngiltere'de 17 milyon nüsha neşriyat yaptığı ve buna 15 günlük resmi mecmuanın dahil olmadığı belirtilmektedir.

Masterman Bürosu'nun faaliyetleri hakkındaki 118 sayfalık 3. Rapor'un sonunda, basılan kitap ve broşürlerin listesi mevcuttur. 1916 yılının ilk yarısı sonunda basılan kitap ve broşütr adedi 182'dir. Yazarlar arasında Max Aitken, William Archer, Balfour, James Bryce, E. T. Cook, Conan Doyle, Alexander Gray, Archibald Hurd, Rudyard Kipling, A. Lowenstein, C. F. G. Masterman, A. J. Toynbee, H. G. Wells isimlerine de rastlıyoruz. Toynbee'nin yazdığı 3 kitaptan birinin adı da "Ermenilere Yapılan Mezalim"dir.

Masterman Bürosu'nca basılan ve 1975 yılında Amerika'daki bir Ermeni yayınevi tarafından tekrar basılan Mavi Kitap'taki bütün referanslar, Tiflis'te çıkan "Hoziron", Marsilya'da çıkan "Armenia", Londra'da çıkan "Ararat", New York'ta çıkan "Gotchnag" isimli Ermeni gazeteleri ile, misyonerlerden aldıkları bilgileri nakleden Amerika'daki, Ermeni Mezalimi Komitesi'dir. Bu kaynaklara istinaden yazılacak bir kitabın ne olacağı aşikardır. Bu arada şunu da kaybetmekte fayda vardır; İstanbul ve İzmir Ermenileri tehcire tabi tutulmamış olmakla beraber, bu kitaptaki haritada tehcir edilmiş görülmektedirler.

Mavi Kitap'ın nasıl yazıldığına dair bu açıklamadan sonra, propaganda malzemesinin genellikle nasıl toplandığı hakkında, bu konuları etüd etmiş iki yazardan alıntı yapmak faydalı olacaktır. Yazarlardan ilki Arthur Ponsoby ve kitabının adı "Harp Döneminde Yalanlar"dır. 1910'dan 1918'e kadar Avam Kamarası'nda Liberal Parti üyesi olan Ponsoby, daha sonra İşçi Partisi'ne geçmiş, harp aleyhtarı bir kişidir. Kitabını 1928 senesinde yayınlamıştır. Propagandada hangi yollara müracaat edildiği hakkında bazı enteresan kısımlar şöyledir:

"Harbiye Nezareti bir sirküler yaparak, Subayları, düşmanla ilgili savaş olayları hakkında rapor vermeye davet etmiş, olayların mutlak doğruluğunun zaruri olmadığı, normal bir ihtimalin mevcudiyetinin kafi olduğu ilave edilmişti." (Sayfa 20)

"Vahşet yalanları en makbul olanlarıdır: Özellikle bu ülkede (İngiltere) ve Amerika'da onlarsız harp yapılmaz. Düşmanın kötülenmesi bir vatan görevi sayılır." (Sayfa 22)

"Bir netice tevlit etmeyecek alelade olaylarda bile insanların şahitliği mutlak itimat yaratmaz. Ön yargıların, heyecanların, hırsların ve vatanseverliğin hislere karıştığı zamanda ise bir insanın ifadesi tamamen kıymetsiz hale gelir. Vahşet hikayelerinin bütün çevresini kaplayabilmek imkansızdır. Bunlar broşürlerle, posterlerle, mektuplarla ve nutuklarla günlerce ve günlerce tekrarlandı. En can düşmanlarını bile, delil yokluğu sebebiyle mahkum etmekten çekinecek şöhret sahibi kişiler bütün bir milleti akla gelebilecek her türlü vahşilik ve gayri tabii cinayetlerle suçlamak için öncülük yapmakta tereddüt etmediler. " (Sayfa 129)

"Alışılmamış kimseler için bir fotoğraf makinesi ile çekilmiş bir resimde büyük ölçüde itimat edilecek bir ağırlık vardır. Bir enstantane resimden daha otantik bir şey düşünülemez. Hiç kimse bir fotoğraftan şüphe etmeyi aklından geçirmez, bunun için de sahte oldukları, eğer tespit edilebilirse, çok geç ortaya çıkar. Harp süresince fotoğraf montajı bir sanayi haline gelmiştir. Bütün devletler bunu yaptı, ama en eksperleri Fransızlardı." (Sayfa 135)

"1905'teki katliamlar sırasında Rusya'da pek çok resim çekilmişti, etrafında kalabalık bir insan topluluğu bulunan bir sıra cesede ait bu resimlerden biri 14 Haziran 1915 tarihli "Le Miroir"da, (Alman sürülerinin Polonya'daki cinayetleri) başlığı ile basılmıştı. Buna benzeyen diğer pek çoğu da gazetelerde yer aldı. " (Sayfa 136)


İkinci yazar Allen Lane ve kitabının adı "Evdeki Ateşi Yanık Tutun"dur. Kitabın birinci sayfasında ABD Başkanı Coolidge'in, gazetede yazarları birliğinde yaptığı bir konuşma zikredilir. Başkan şöyle konuşmuştur: "Propaganda, olayların bazı kısımlarını aksettirmeye, birbirleriyle irtibatlarını kesmeye ve bütün olay serisi salim bir şekilde tetkik edilse varılması mümkün olmayacak neticeler çıkartmaya çalışır."

Kitaptan bazı pasajlar şöyledir:

"Propagandanın gayesi, işi basitleştirmektir. Propagandayla görevli teşekküllerin ve haber organlarının kabul edecekleri yöntemlerle uzun bir süre, devamlı tekrarlarla, çarpışmaları haklı kılacak bir düşünüş yaratmaktadır. Propagandacı, halkın esasen inanmaya davet edildiği hususlara uyacağı için inanılabilecek, basit tasvirler ve hayaller yaratır. Göbels'in İkinci Dünya Savaşı'nda belirttiği gibi, saf kimselere, düşündükleri ve temenni ettikleri konularda, kendilerinin bulup teyit edemeyecekleri delilleri vermektir." (Sayfa 3)

"Harp zamanında bu, her şeyden evvel, davranışları hakkındaki ön yargılara göre, düşmanın, beklenebilecek bir görünüş ve davranışını yaratmaktadır. Bu da, onu sempatik kılacak bir haberi gizleyip, düşmanı daima nefret uyandıracak bir biçimde takdimi gerektirir." (Sayfa 3)

"Vahşet hikayeleri bütün harplerde ortaya çıkar. Maksat, harbin ilham ettiği nefret ve korkunun üzerinde toplanacağı bir görüntü yaratmaktır." (Sayfa 3)

"Harp, hiç kimsenin uyuşmazlık edemeyeceği ve herkesçe bilinen evrensel ve basit ideallerle haklı gösterilir; hürriyet, adalet, demokrasi, Hıristiyanlık gibi milli hasletlerin timsali olan idealler." (Sayfa 4)

"Karakteristik vahşet hikayeleri, hareket sahasından bir hayli uzaktaki muhabirlerden gelmiştir. Bunlar değişmez şekilde, hüviyeti belirtilmeyen bazı mültecilerin anlattıklarıdır. Çok kere bunlar dahi, ikinci ağızdan duyulan hususlardır." (Sayfa 84)


Propaganda bahsi C. F. Dixon Johnson'un bir cümlesiyle bağlayabilir:

"Bu topyekün katliam hikayelerinin çıkarılmasının, nihai hesaplaşmada, Türkiye'nin zararına olarak, İngiliz Hükümeti tarafından yönlendirildiğini tekrar etmekte tereddüt etmiyoruz."


KAYNAK:
Gürün, Kamuran, Ermeni Dosyası, TTK Basımevi, Ankara 1983, s. 40-44

   
ERMENİ İSYAN ve KATLİAMLARI
 
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır.

İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir. Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır.

Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir.

İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır.

İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.

İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır. Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir.

Öte yandan sömürgeci devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır.

Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir.

Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.

 
 


TÜRKİYE'DE TARİH EĞİTİMİNİ YETERLİ BULUYOR MUSUNUZ?
EVET
HAYIR

(Sonucu göster)


GÜNCEL DÖVİZ KURLARI
 
GÜNCEL ALTIN FİYATLARI
 
KÖŞE YAZILARI
 
 
Bugün 14 ziyaretçi (37 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol